7 Aralık 2010 Salı

omuzlamak.

Dünyanın yükü omuzlarında derler ya, hani omuzlar çökük yürürsün diye. Aslında aklındadır bütün o yük. Beyninde dönüp duran binlerce düşünce, sen nefes alamayıncaya dek sıkıştırır göğsünü. Özlersin, özlerim, özlüyorum, evet. Hem de çok. Uzaktan bakınca insanlar ne kadar küçük görünüyorsa, korkular da o kadar büyük görünüyor insanın gözüne. Her "seni seviyorum"da bir burukluk var sanki, bir "ama ya.." saklı söylemeye cesaret edemediğimiz, kendimize düşünme izni bile vermediğimiz.

ama ya sen beni bu kadar sevmiyorsan?
ama ya öylesine söylüyorsan?
ama ya kalbimi kırarsan?
ama ya bir daha hiç o kadar mutlu olamazsam?
ama ya seni kendimden uzaklaştırırsam?
ama ya sen beni kendinden uzakta tutarsan?
ama ya ayrılırsak?
ama ya uzaklığa dayanamazsak?
ama ya başkasına aşık olursan?

ama ya ben seni herkesten ve her şeyden çok sevdiğim için kafayı yemek üzereysem? senden başka kimseyle konuşmaktan eskisi gibi zevk alamaz olmuşsam? sensiz bir gelecek düşünmek bile istemiyorsam?

geçecek, bu günler de geçecek.
geleceğimiz, elbet bir gün gelecek.

sakin.
of.

4 Aralık 2010 Cumartesi

It's Al-right.

It's al-right, It's al-right, It's al-right, It's al-right,
It's al-right, It's al-right, It's al-right,
It's al-right, It's al-right, It's al-right...


No one's got it all...
No one's got it all...
No one's got it all...


Ne güzel demiş Regina Spektor. Regina Spektor'un sesi bir dünya olsa da orada yaşasam. Duygu dolu, isyankar, ama sağlam, insanı sarıp sarmalayıp güven veren bir dünya olsa. Hayaller kuran bir dünya, hayalleri yıkmaktansa...

Şarkının şu alıntıladığım bölümü bana umut veriyor ne zaman dinlesem. Kim her şeyi çözmüş ki ben çözeyim, değil mi? Her şey yolunda, olmasa da yoluna girecek. Girmese de... ne yapalım, sorun değil.

It's al-right.

30 Kasım 2010 Salı

renkli rüyalar.

Hani hollywood filmleri gerçeklik algısını sikmekte diye bir geyik vardır ya, doğru bence. özellikle de aşk, sevgi vs. konularında. gördün beğendin, tanıştın hoşlandın, aşık oldun  ve sevdin... sonra da hadi sonsuza kadar mutlu yaşayalım. yaşayalım da, nasıl?

yüksek doz aşk alıp burda mutlu ölsek ya, diyor ya teoman renkli rüyalar oteli'nde, o hesap işte. o çok inanılmaz mutlu olduğun anlar hiçbir zaman uzun sürmüyor ki. filmler de ordan aklıma geldi zaten. kadınla adam bir araya geldikten sonrasını görmememizin nedeni de bu. asla tatmin olmamamızın da. hep o son anı bekliyoruz, sonsuz mutluluğu.

yok öyle bişi oysa ki, yok yok yok.

inişler çıkışlar var, sakin dönemler, heyecanlar, büyük mutluluklar, derin mutsuzluklar var. ama bir son yok. tek bir duyguda, tek bir durumda takılıp kalma diye bir şey yok.

27 Kasım 2010 Cumartesi

kıskanç.

ben neden böyle bir insanım diyorum bazen kendime. bir isim lan, sadece bir isim. 7 harf. o kadar. neden duyduğun anda o kadar canını yakıyor ki? neden diğerlerinin hiçbirinin adının senin üzerinde herhangi bir etkisi yokken, onun adını duyduğunda ağlamak istiyorsun?

sen sanki arkadaş değil misin eski aşklarınla? bu onu sevdiğin gerçeğini değiştirmiyor ki... ya da ne olursa olsun onu aldatmayacağını, onu her şeyden çok sevdiğini de. ama o isim... delirtiyor seni. kalbin ağzına doğru yol alıyor önce, gözlerine yaşlar batmaya başlıyor, sonra... sonra bütün vücudun öfke, utanç ve arzu karışımı bir delilikle sarsılıyor. delilik diyorum.. çünkü hakkaten delilik bu.

kıskanç olmadığını sanırdın hep. ne kadar yanılmışsın. ne kadar aptalmışsın. ve hala ne kadar aptalsın... kimseyi bu kadar sevmeye izin vermemen lazım kendine, bu kadar güvenmemelisin. kalbini kırarsa, nasıl toparlanacaksın? toparlanabilecek misin ki hiç? kurduğun hayaller o kadar kırılgan ki, duvarlarını yıkmakta o kadar zorlanırken, dünyanı başına yıkarsa ne halt edeceksin? az süre değil ayrı geçen ve geçecek olan, ve güvenmeden yürümeyecek. fazla güvenirsen de paramparça olma riskine gireceksin.

sadece arkadaşlar... sadece arkadaşlar... sadece arkadaşlar...

keşke sen de beni benim seni kıskandığımın yarısı kadar kıskansaydın. o zaman anlardın.

belki bir gün...

13 Kasım 2010 Cumartesi

hasret.

az önce üşüdüğüm için dolaptan çıkarıp aldığım eşofman üstüme onun kokusu sinmiş. ağlamak istiyorum, çok özledim. bu kadar sevdiğim ve sevildiğim için, geçen sene bu zamanlar olduğumdan çok ama çok farklı bir durumda ve ruh halinde olduğum için şanslıyım biliyorum. ama çok özlüyorum. 7 ay nasıl geçecek? onsuz ikiyüzü aşkın gece nasıl uyunur, nasıl yaşanır? nefes bile alamıyorum bazen onu özlemekten.okul, trafik, dersler, insanlar, hiçbir şey umurumda bile olmuyor, hayalet gibi yaşıyorum burada. bedenim burada evet ama ruhum binlerce kilometre uzakta, aklım hep onunla, kalbim de.

ben böylesine sevmenin mümkün olduğunu bilmezdim. birini her şeyiyle sevmek, onun için her şeyi yapabilecek olmak, onsuz bir gelecek düşünememek... şu anda onun kollarında olabilmek için neler vermezdim. şu anda onu kollarıma alıp, her şey yoluna girecek, seni her zaman seveceğim demek için.

hiç sönmeyen o ışık sensin benim için demek isterdim ona. en zor günlerimde, intihara o kadar yaklaştığım anlarda, başka türlü bir şey olmalı, yaşamak için bir neden olmalı, bir çıkış yolu olmalı dediğim günlerde aradığım o umutsun sen. hayatımı sonsuza kadar değiştirdin, bilmem farkında mısın?

sana güzelsin dediğimde, vücudunu ne kadar sevdiğimden bahsettiğimde inanmıyorsun bana bazen, şaşırıyorsun. keşke kendini benim gözlerimden görebilsen. keşke sen de sana baktığında benim hissettiklerimi hissedebilsen. dünyanın en güzel gözleri senin gözlerin, biliyor musun? masmavi, bazen gri, bazen neredeyse yeşil, bakmaya doyamadığım gözlerin. gözlerin bazen gri oluyor dediğimde şaşırman, aynaya bakıp kontrol etmen güldürmüştü beni, nasıl daha önce fark etmedin dediğimdeyse bilmem kimse gerçekten gözlerime bakmıyor ki demiştin. ben bakıyorum demiştim ben de bunun karşılığında. gözlerini seviyorum. geceleri başın göğsüme dayalı uyurken seni izlemeyi, nefes alış verişini dinlemeyi, kokunu derin derin içime çekmeyi seviyorum. dudaklarının hafif bir somurtkanlıkla aşağıya doğru kıvrılışını, yüzündeki ciddi, ama huzurlu ifadeyi seviyorum. seni uyandırmadan yanaklarına dokunmayı, saçlarını öpmeyi de. o zaman o kadar bana ait oluyorsun ki. sadece, sadece benim olmanı istiyorum bazen, belki de bencilce bir şekilde.

okul olmasın, iş olmasın, sadece biz olalım, seni sadece kendime istiyorum dedin ya bana, keşke olabilse. keşke sonsuza dek sadece seninle ve senin olabilsem. geleceğimizde tek istediğim seni hiç olmadığın kadar mutlu edebilmek. hayatımın geri kalanının her bir gününde sana seni ne kadar sevdiğimi gösterebilmek. sana şimdiye kadar istediğin her şeyi vermek istiyorum, dünyanın en mutlu insanı etmek istiyorum seni, hep güvende hisset kendini, hep sevildiğini bil istiyorum. sana seni sevdiğimi ilk söylediğimde yüzünde beliren o mutluluk gibi, sana sarılmanın nasıl bir his olduğunu unutmak istemiyorum dediğinde benim hissettiklerim gibi, nice an yaşayalım istiyorum.

bugün eşofman üstümü giydim ve yaşlar gözümden süzülmeye başladı. üzüntüden değil, seni özlemek beni üzmüyor. çok ama çok mutlu olduğumu hatırlatıyor sadece. bir an için de olsa kendimi senin yanında hissettiğim gibi, evimde hissediyorum. seni ne kadar sevdiğimi ve geleceğin ne kadar güzel olabileceğini düşünüyorum. daha yaşanmamış günleri özlüyorum.

seni seviyorum.

31 Ekim 2010 Pazar

Annemlere söyledim. Söyledim de ne oldu da diyebilirim, ama en azından içim rahatladı. Neyse konu o değil.

Konu artık konunun ne olduğunu bilememem. Burada git gide daha da mutsuzlaşmam. Çok da sevmediğim bir bölümde, mezun olunca ne yapacağıma dair hiçbir fikrim olmadan okuyorum. Tek bildiğim, deliler gibi aşık olduğum biri var ve hayatımın geri kalanında onunla olmak istiyorum. Burada kalmak istemediğimi de biliyorum. Ama nasıl gideceğimi, o kadar parayı nasıl denkleştireceğimi bilmiyorum. Daha en azından bir buçuk yıl var bu dediklerimi gerçekleştirebilmem için, beni o kadar uzun süre bekleyebilir mi, beklemesini isteyebilir miyim bilmiyorum. Arada görüşmek zorundayız, bir şekilde bir araya gelmek. Ama nasıl? Param yok. Vizem yok, ailem de öğrendikleri andan itibaren desteklerini çektiği için artık para bulma imkanım da pek yok - bir yerde iş bulmadığım sürece.

Ama özlüyorum. Zaman zaman daha kolaylaşıyor, ama bazen de öyle bir özlüyorum ki, etrafımdaki hiçbir şeyi gözüm görmez oluyor. Aslında bakarsan, şu anda hayatımdaki hiçbir şey bana tat vermiyor, hiçbir şey beni tatmin etmiyor.

25 Ekim 2010 Pazartesi

korkuyorum.

evet korku. çok iyi bildiğim bir duygu benim. iliklerimde hissettiğim, en yakınımdan daha iyi tanıdığım ve deliler gibi nefret ettiğim o duygu. korku, korkum. o kadar benim ki o. hep benim.

hayatın gereksiz zorlukları meselesine girmeyeceğim bile. hayat zor. hayat berbat bazen. hayat saçma sapan bir espri anlayışına sahip. ve hayat yine de benim, yine de inatla yaşanılası.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Çok kötüyüm blog. Çok özlüyorum, annemlere söyleyemiyorum, yazın onu görmeye gidip gidemeyeceğimi bilmiyorum, ve haftasonu o ve eski sevgilisinin görüşecek olmaları gerçeğini kaldıramıyorum.

Ağla şimdi, ağla.

Kendim ettim kendim buldum yine. Ümitsiz aşık olmak mı benim kaderim ya?!

22 Eylül 2010 Çarşamba

gelecek kaygısı.

Çok fena arada kaldım. Geleceğimi düşünmeye başladım, sonuçta en kötü ihtimalle üç sene içinde okulu bitirmiş olacağım. Ama sonra? Ne yapacağımı bilmiyor olmak o kadar korkutmuyor aslında beni. Beni asıl korkutan ne yapmak istediğimi bilmemem. Ya da şöyle demeli belki de, yapmayı istediğimi söyleyegeldiğim şeyleri neden istediğimi açıklayamıyorum. Yüksek lisans, doktora, akademik kariyer deyi duruyorum lise sondan beri. Ama neden? Birisinden duymuşum, hoşuma gitmiş de sonra kendime uygun mu görmüşüm? Neden yaparım peki bu dediklerimi - eğer yapmaya karar verirsem tabi? Daha iyi bir alternatif aklıma gelmiyor. Ne için daha iyi? Bir iş seçerken hedefim ne? Mutluluk. Şu anda mutlu değil miyim? Mutluyum. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum, belki daha az karlı ve daha az prestijli şeyler yok mu? Var. Bookshop açmak gibi. İçinde kitapların olduğu, insanların gelip takılabileceği, film gösterimi falan da yapan bir yer. Küçüklüğümden beri yavaş yavaş şekillenen bir hayal. Boğaziçinde boşuna mı okuyorum peki? diye sorduğumu fark ettim kendime. Boşuna? Neye göre boşuna? Boğaziçinde okumak bana hayatımın en güzel en eğlenceli eğitim yıllarını sundu şimdiye kadar, oturup aynı entellektüel seviyede olduğum insanlarla iki çift laf edebilmenin, kendimden daha zeki insanlarla çevrili olmanın tadına varmamı sağladı. Kampüsü, konserleri, boğazı da yanında ikramiye gibi. Asıl sorun her zamanki gibi dönüp dolaşıp insanlar ne der, ne düşünür'e varıyor ne yazık ki. Hayatım hiçbir zaman bana ait olamayacak mı benim yahu? Şu anda kimse sormasa, kimse karışmasa ne yamak istediğimi aslında biliyorum galiba. Kafam karışmadan, kimseleri duymadan önce tasarladığım o hayale kavuşmak.

18 Eylül 2010 Cumartesi

bilmek ya da bilmemek.

Zaman zaman tuhaf hislere kapılırım ben, çoğunlukla rüyalarımın etkisinde kalarak. Geçen gün de öyle oldu işte. Rüyamda halama veda ediyordum, bunun hemen ardından annemlerden yaklaşık beş gün kadar haber alamayınca aklımda binbir çeşit felaket senaryosu, ama özellikle de biri dönmeye başladı. Halamın ölmüş olması. Hala"m" dediğime bakmayın aslında, babamın halası kendisi. Benim için hayatımın en önemli, en sağlam figürlerinden biri. Modern bir kadın, özgür, yalnız ama gururlu, güçlü bir kadın. Sevgi dolu, ve tüm bunlardan ötürü saygı duyulası. Ananem ve babanemi de severim, hem de çok. Ama halamın yeri farklıdır. Bir çeşit asidir o benim gözümde, bir "matriarch" olarak bütün sülalenin başında, hem herkesin ailesine dahil, hem de aynı anda yapayalnızdır. Seksen yaşını geçmiş olmasına rağmen yakalandığı kolon kanserini de yenmeyi bilmiştir. Aslında bakınca, hayatımda kaybetmekten en çok korktuğum kişilerden de biridir kendisi. Uzakta olmanın en kötü yanlarından biri, her türlü haber için başkalarına güvenmek zorunda kalman. Ben bu konuda aileme güvenmiyorum. Özellikle annem, sırf beni üzmemek için bir sorun olsa da bana ben buradayken söylememe potansiyeline sahip. Bağlantı kötüydü, evde yoktuk dese de, ne kadar inanabilirim bilmiyorum. Ama inanmak da istiyorum. Belki sadece sinirlerim bozuktur. Belki sadece eve dönmeme bu kadar az kalması yavaş yavaş dank etmeye başlamıştır. Bilemiyorum.

Not: Eylül ayı bitti, eve döndüm. Döndükten sonraki gün halam bize geldi, beni görmeye. Erken yattım o gece, dayanamadım yorgunluğa. Sonra görüşürüz dedim. Görüşemedik.

27 Ağustos 2010 Cuma

Çalışacak son 4 günüm kaldı, haftaya pazar bitiyor işim. Sonra gezecektik ya, gezmiyorum, direkt sevgilimin yanına gideceğim ilk otobüse binip, onunla en az iki hafta geçireceğim, evime dönmeden önce. Bildiğin aşık oldum ben blog, mantık beni bıraktı gitti. İçimdeki sese uysam dönmeyeceğim bir daha evime. Sonsuza dek süreceğini bilsem, gözümü kırpmadan kalacağım onunla. Her ne kadar kabullenmek istemesem de hala korkularım var, beni evime dönmeye zorlayan, ailem ne der diyen minik ufacık sesler beynimde.

Bir yandan da bir cesaret var üzerimde. Arkadaşlarıma söylemeye kararlıyım zaten de, bu cesur yeni ses diyor ki annene de söyle, ya da direkt hem annene hem babana, bir kerede kurtul, yalan söylemiş olma. Zaten teyzeme söylemeye kararlıyım, anneme de söylesem... Artık yalan söylemek istemiyorum ben. Ciddiyim, her yalan söylediğimde ölüyorum sanki biraz biraz. Ben sadece ben olabilmek istiyorum, ben sadece kendim.

5 Ağustos 2010 Perşembe

bilinmezler.

Bağlanma, bağlanma dedim durdum kendime ama bağlandım galiba. Şimdi nolcek peki? Sonunun iyi olmayacağını ikimiz de biliyoruz, ikimizde de aynı tereddüt. Olacağı varsa, olur. Değil mi? Eğer uzun süre uzak olmayı atlatırsak, belki de "the one" bile diyebilirim. Ya da belki de sadece "ilk"im olarak kalır. Her ne olursa olsun, güzel hatırlayacağım kesin bu günleri ve onu.

1 Ağustos 2010 Pazar

defol.

Şansım bir yerde tökezleyecekti, biliyorum. Gerçeklik tüm sertliğiyle yüzüme vurdu yine. Acıyor işte, ne kadar sana yakın olmayan birinden bile gelse o davranış, birisine açıldığında senden uzaklaşırsa kişisel olarak alıyorsun bunu, karakterine, kendine bir hakaret olarak.

Sadece buymuşum demek ki ben oda arkadaşımın gözünde. Eşcinselim ben, sevgilim var dediğim anda, çok iyi bir insansın, seninle tanıştığıma memnunum ama seninle aynı odada kalamam deyip posta koyabiliyor. Şu anda sinirliyim, sadece ona değil, tüm dünyaya, yaşamımı bu kadar zorlaştırdığı için. En mutlu olduğum anlarda bile sinirlerimi bozmayı başardığı için.

Defol git, demek isterdim ona. Demedim. Olabildiğince sakin, hatta sevecen ve normal bir şekilde uğurladım kendisini. İçimde birer birer büyüdü, patladı küfürler. Kahretsin. Başka bir şey diyemiyorum, sadece kahretsin.

Artık yalnız yaşıyorum. Oda arkadaşı maceram da böyle sona ermiş oldu.

30 Temmuz 2010 Cuma

sonunda!

Uzaklaşmayı sonunda başardım. Sonunda hayatımda bazı şeyler istediğim yola giriyor. Sonunda cidden mutlu hissediyorum kendimi. j. sayesinde bunların hepsi, ne garip değil mi? "It's funny how it all works out". diyor, haklı. Ben ta Türkiyeden kalktım buraya bu yaz geldim ve şu an çalıştığım yere atandım. O başka bir iş bulmuş olmasına rağmen buradan haber gelince işi bırakıp gelmiş. Karşılaştık, tanıştık, ve dün gece seviştik. (öpüşme-sevişme-seks aşamaları)

Ben hiç böyle bir şey hissetmemiştim daha önce, dün gece tek kelimeyle inanılmazdı. Kendimi hiç o kadar güzel, güçlü, rahat, mutlu, ama bir yandan da ürkek, ilgiye muhtaç ve ihtiraslı hissetmemiştim. Bir şekilde bana en az benim kadar "burada" olduğunu hissettirdi, gözlerime baktıkça kendimle ilgili önyargılarım, takıntılarım aklıma bile gelmemeye başladı.

Bu yaz, nasıl desem bilmiyorum ama, galiba bir dönüm noktası oldu, oluyor.

23 Temmuz 2010 Cuma

stupidity has no bounds.

a.: *smiles to herself*
b.: what? what are you thinking?
a.: nothing.
b.: come on now, you can't just say that, not right now.
a.: okay, I was just wondering if you ever kissed a girl before.
b.: nope.

five minutes later...

a.: but why?
b.: because I don't know anybody and noone knows.
*silence*
a. :I know.
*looking into each other's eyes, faces inches apart*
b.: *turns her head* yeah... I'm just so fucking scared.
a.: you don't need to be scared. *scoots closer and wraps her arm around b.'s waist*
b.: I know. *just rests her head on a.'s shoulder while a.'s fingers make circles on her waist*

Bazen çok aşırı aptal bir korkak olabildiğimi söylemiştim sanırım. İşte kanıtı. Hayatımı bir gençlik dizisi tadında yaşıyorum, fanfiction falan değil yukardaki, bildiğin life imitating fiction. 


Neden olmasın be coni, ha neden? Sevip sevilebilirim belki de.

Sonra, "now we hug." dedi giderken de. Sonra sıkıca, uzun uzun sarıldık. Sonra gitti.

Sonra...

Bakalım.

22 Temmuz 2010 Perşembe

burning bridges.

Dün gece hiç beklemediğim şekilde gitti desem... Parti yalan oldu, konseri ben iptal ettim zaten. Ama j. geldi yine de. Biraları aldık oturduk, önce sadece ikimiz içtik, konuştuk, sonra odaya döndük, oda arkadaşım ve adaşım da katıldı bize, dördümüz içtik ama bir yandan da muhabbet ettik falan. Sonra müziklerime baktı j., Tegan and Sara sever misin ben çok severim dedi, sonra Uh Huh Her'ü gördü, inanamıyorum falan dedi, ve The L Word'ü izlemiş miydin diye sordu. Onun gay olduğunu bir şekilde biliyordum zaten, o da beni biliyordu, bunun da farkındaydım ama bu sorulardan sonra tam emin oldum aslında.

Ama asıl bomba gecenin ilerleyen saatlerinde geldi.

Odanın önüne çıktık, ben sigara içiyordum. "Okay, question." dedi, sor dedim. "So do you like guys or girls?" dedi. Gülümsedim, baktım, "Girls." dedim. "I knew it!" dedi. Sonra konuştuk, gerçekten konuştuk, bir noktada az kalsın öpüşüyor bile olabilirdik. Emin değilim, sarhoştum baya. Mi.mi'den hoşlanıyormuş. Ben de c.'yi itiraf ettim. Gülüştük, hayatın, özellikle hayatlarımızın şu anının ne kadar  garip olduğuna şaştık. Sonra odaya döndük, benim yatağıma kıvrıldık ve uyuduk.

Bu yaz düşündüğümden bile garip geçmekte aslında.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

bağlar.

Burada daha çok zaman geçirdikçe insanlarla da arkadaşlık ilişkileri kurmaya başladım doğal olarak. Çalıştığım ekibi genel olarak baya baya seviyorum, eğlenceli tipler. Saplantı için de müsait tipler var işte, bahsetmiştim. Onlardan biri de ju.li.e. Benim gibi olduğundan şiddetle şüphelendiğim biri aslında. Bugün off gününde gitmeyi düşündüğü bir festival/konserden bahsederken şaka olarak beni de götür dedim, olur dedi. Ciddi misin dedim, evet gel eğlenceli olur dedi. Yarın da o bizim otele gelecek, gece parti var, bizde kalacak. Öyle işte.

cari.na ise ayrı zaten. bugün işte görür müyüm merakıyla gittim, yok dediler, sonra gittik bir baktık orada. Yanına yaklaştık, baya bir sevindi. Dedim, bu ne mutluluk, dedi ben hep kapanış çalışırım, bugün açılış çalıştırdılar, kimseyi tanımıyorum. "I'm like, where's burcu?" dedi. Adımı doğru söyledi. "Ooh, she missed us" dedim, şakaya vurdum ben de. Sonra beni istediğim yere verdi yine çalışmam için. Neden bu kadar güzel olmak zorunda ki? Neden sonunda adımı öğrendi ki? Ben ne güzel kendimi yerden yere vurup benim farkımda bile olmadığını düşünmekteydim. Bir de özellikle benim adımı söyledi ya orada... Tayvanlıların isimleri amerikan isimleri olmasına rağmen çaba harcadı ya...

Of ben neden bu kadar salağım?

j. bana bildiğin müsaitim, kimseyle beraber değilim dedi, ve ben gittim ne dedim, evet, dedim ki ben de yalnızım ama üç ay için de kimseyle birlikte olmayı düşünmüyorum. Yalancıyım işte. Korkuyorum sadece.

Hep korkuyorum.

16 Temmuz 2010 Cuma

yokluk.

Amerika'dayım. Ucuz bir otelin en üst - üçüncü - katında odamın kapısının önüne çıktım, elimde dizüstü bilgisayarım, anahtarım ve biramla. Ayaklarım çıplak, üzerimde bir tişört ve bir şort var o kadar. Hava yaz akşamlarına yakışır bir şekilde sıcak. Yazarken en sık kullandığım orta parmaklarımdan sol olanını yakmayı, sağ olanını ise kesmeyi başardığımdan, bu satırları yazarken bir yandan hafif bir acı çekiyorum. Kulağımda kulaklıklarım takılı, Sia şu anda sadece benim için söylüyor, Breathe Me.

Aynı oksijeni soluyoruz biz arkadaşım. Arkadaşım diyorum, istemeden de olsa, başka neyimsin, neyim olabilirsin bilmiyorum. Merak ediyorum, sen de beni benim seni düşündüğüm sıklıkta aklına getiriyor musun? Ben burada yeni takıntılar bulsam da, yeni insanlarla tanışıp, bol bol içip, çok yorulup çok uyusam da seni çok özlüyorum biliyor musun? Keşke bilsen. Benim bir şey söylememe gerek kalmadan, birdenbire her şeyin farkına varsan. Olmaz ki, hayat bu, masal değil, mutlu sonla bitmemeli hiçbir hikaye.

Beni doğru düzgün - hatta hiç tanımayan biri döndü bana senin hiç sorunun yok aslında dedi. Dikkat çekmeye, farklı olmaya çalışıyorsun, her şeyi birbirine karıştırmışsın, mutlu olmaya çalışsana dedi. Hayata iyimser bak, sabah uyandığında güne umutlu başla dedi. İnsanlar hakikaten bunların öyle işe yarayabileceğini düşünüyorlar mı acaba? Hani bir sabah uyanacağım, artık sıkıldım, mutlu olayım bari diyeyim sonra da mutlu olayım. Var mı böyle bir şey, akılları alıyor mu bunun olabilirliğini? Şaka gibi yahu.

İnsanlarla tartışacak, mutlu olmanın bir hedef olmak zorunda olmadığını, mutlu olmaya çalışmadan da elindekilerle yetinmeye çalışarak, sadece günü atlatarak, boş zamanlarında kendi kendine kaldığında sadece bunalımının ortaya çıkmasına izin vererek oldukça normale yakın bir hayat yaşayabiliyorsun işte.

Bir de çok düşünüyorsun dedi bana. Çok düşünmemeye çalış. Keşke sen de olaydın buralarda be arkadaşım. O anda eminim ki dönüp birbirimize bakardık, sadece ikimizin anlayacağı küçük bir gülümsemeyle. Sonra kafamızı çevirir, göz göze gelmekten kaçınırdık, en azından ben sana bakmaya cesaret edemezdim, yakalanmış hissederdim kendimi suç üstü.

Çok özlüyorum seni çok. Nasıl geçecek, geçecek mi bilmiyorum. İçimde sadece sen varsın, hiç benim olmayan sen. Ama ben hep senindim, ve hep seninim. Hep orada ya da burada bekliyorum, bekliyordum.

Şairin sözleriyle, felaketim oldun, ağlıyorum. Hem de mütemadiyen.

13 Temmuz 2010 Salı

evlerden ırak.

Birini aklımdan çıkaramazken başka birine yer açıyorum beynimde ve kalbimde. Kendi kendime hiç bitmeyecek galiba dediğim sevgilerin bile belki de imkansızlıklarından ötürü o kadar kolay bir şekilde yerlerine başka ve yeni şeyler koyabilmem beni korkutuyor. Sarsılan inançlarım var, artık, hayatta hiç sarsılmayacak hiç tükenmeyecek bir sevgi olabileceğine dair inancım da sarsılıyor bu nedenle. Kendi kendimi yüz üstü bırakıyorum.

Dönmeme az kaldı, dönmeme değil de gerçi, işin bitmesine diyelim. Başladığı gibi son hızla bitecek bu yaz. Ben bir daha carina'yı hiçbir yerde hiçbir şekilde görmeyeceğim. Diğerlerini de. Ne garip değil mi? Bunu bilmeme rağmen inatla hoşlanıyorum kızdan. Yürüyüşü, o ciddi yüzü, kendinden emin tavırları, kıvırcık saçları, koyu teni, hafif çekik gözleri, parfümü, ses tonu, gülüşü, güldüğünde gözlerinin kocaman kocaman açılması ve çocuksu yüz ifadesi. İlginç olan, henüz tamamen duygusal ve entellektüel bir takıntıdan henüz kurtulamamışken tamamen fiziksel bir takıntı bulmuş olmam kendime. Uzaklaşmak, evet, işe yaradı ama sadece birinin yerini ötekisiyle doldurmaya çalışmamla oldu bu. Dönünce, belki bu yaz hiç yaşanmamış olacak. Bir süre sonra da belki ben ikisini de unutup gideceğim. Bilmiyorum.

Değişmeden kalan tek şey, içimdeki tutku. Birini sevmeye, birinin de beni sevmesine açım.

Canım yanıyor anne. Keşke sana anlatabiliyor olsaydım hissettiklerimi. Keşke sana sarılıp ağlaya ağlaya insanların benden nefret etmesinden ödüm patladığını, ama ne yaparsam yapayım duygularımın bir tek bu şekilde işlediğini anlatmak, aşık olduğum kızlardan sana bahsedebilmek isterdim.

Yapamıyorum.

Canım çok çok yanıyor, çünkü az bir mutluluğun bile benim için sizlerden uzak olmakla mümkün olduğunu fark ettim.

8 Temmuz 2010 Perşembe

eğlence.

Ben bugün hayatımda hiç eğlenmediğim kadar eğlendim. Üç kere rollercoaster'a bindim, serviste boğazım yırtılana kadar şarkı söyledim, yağmurda dans ettim, yağmurda su savaşı yaptım, yağmurda şampuanlandım. Otele polis çağırmışlar, düşün artık. Sonra eve geldim, duşa girdim, çıktım çorba yatım ve karnımı doyurdum, şimdi de sabahlıyorum. 7 buçukta Walmart'a gitmeyi, 10'da da annemlerle konuşmayı planlıyorum. Bir de yumurta alsam, mis gibi yumurta yesem bugün. Yarın da önce su parkına, sonra da normal eğlence parkına gidicem zaten.

Geçen gün supervisor'umla kurduğum ilk muhabbetlerden ve ona yazmaya başladığımdan bahsetmiştim ya, kadın 17 yaşında çıktı. Hala inanamıyorum. Bir insan bu kadar olgun gösteremez.

Geçen ne kadarını yazdım hatırlamıyorum ama bari en baştan anlatayım, unutmak istemiyorum burada yaşadığım hiçbir şeyi. Önce sabahtan nasılsın, yorgunum, hava çok sıcak değil mi, evet sıcak baksana güneş yanığı oldum, ben doğuştan koyu tenliyim onun için yanmıyorum vs. gibi mal bir muhabbet sonunda, beni en soğuk yere götürdü. CCF'deki neredeyse her şeyin bozulması sonunda beni oraya alıp, benden bir gün sonra işe başlamış olan Amerikalı kızı yanıma yollayacağını ve istersem kızı kasada çalıştırabileceğimi, istersem de pamuk şeker yağtırabileceğimi söyleyerek, bana kızın üzerinde yetki vererek ufak çalı bir süpriz yaşattı.

Sonra popcorn cart'tayken ben, yanıma geldi ve yağmurda orada beraber mahsur kaldık. Aynı anda aynı şarkıyı söylemeye başladık, beraber temizlik yaptık bütün gece, bana nereli olduğumu sordu, dilimle ilgili sorular sordu.

Bugünse sabahtan fazla kasiyer olması nedeniyle baya bir dolandık, sonra aynı popcorn cart'a beni yerleştirdi iki kasiyer daha varken, molamı vermeye geldiğinde de bak bu sefer seni unutmadım dedi - geçen sefer molamı ve beni unutmuştu da. Kasamı kitlemeye yanımda geldi, bu gece ride night, kalacak mısın dedi, sanmıyorum yarın öbür gün boşum o zaman zaten gelicem dedim, ben gelicem dedi, Mimi gelmemi istiyor dedi, ben de Perşembe boşum, college visitation'um var dedi.

Dedim heralde mezunlar toplantısı falan.

Hangi college dedim, buluşma falan değil de, okullar hakkında bilgi almak için dedi. Ben hala lisedeyim dedi. Kaç yaşındasın dedim, dayanamadım, 17 dedi. Kaldım öyle. Aman tanrım ciddi misin dedim, ciddiymiş. Vay canına.

Akşam da yanıma uğradı yine Sidetrack Soda'dayken. bişiler dedi, adımı söyledi. Dedim, az önce bana ne dedin, adını yanlış söylüyorum değil mi dedi, okumaya çalıştı, acı çekti resmen. Güldüm, doğrusunu söyledim, benzer bir şey söyletmeyi başardım. Sonra arkadaşlarım gelince, bunlar benim arkadaşlarım dedim, saklamadım hiç. O da ben arkadayım dedi, gitti.

Çıkışta bir daha gördüm, en son çıkışta. Önce merhabalaştık, sonra dayanamadım, fence'in öbür tarafından dedim sen bu gece gelmiyor muydun diye,yok dedi yorgunum eve gidicem sadece. Pekala dedim, sonra görüşürüz, ve süper eğlenceli bir geceye adım attım. Öyle işte.

Az önce b.'ye yazdım msnde. Süper kısa garip bir konuşma geçti aramızda.

Deliriciim. Birine ihtiyacım var. Sevebileceğim ve beni sevebilecek birine.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

obsesyon.

Nasıl bir beynim varsa artık, kendine zaman geçirecek takıntılar yaratmadan duramıyor. Bu takıntılar da nedense hep insanlar oluyor. Bazı kadınlar. Hayatıma girdikleri anda a ne güzel kadın diyorum mesela, sonra bir iki kez bana insan olduklarını göstersinler, ya da gözümde bir şekilde değer kazansınlar, orada bitiyor iş. Beyin onlara sarmaya başlıyor, boş vakitlerimi kafamdaki kadınlar ve bölünmüş, parçalanmış benliklerim arasında paylaştırıyorum.

Burada bir supervisor'ım var. Kendisi son kurbanı oldu resmen bu hasta ruhun. Bugün aynı anda aynı şarkıyı söylemeye başladık temizlik yaparken, güldük falan. Böyle basit şeyler aslında paylaştıklarım, ama bu kadının hakikaten garip bir şekilde delicesine çekici olmasına engel değil.

Bir de tabi artık resmen kontrolden çıkan hormonlarım var elimizde. Yıllardır yalnızım, hadi onu da geçtim, gerçekten istediğim türde bir ilişkim hiç olmadı benim. Burada bile saklamak zorunda hissediyorum cinsel kimliğimi, bari diyorum en azından işte yapmasam, onu da ben beceremiyorum galiba. Yalan söylemek her zaman daha kolayıma geliyor, ama bir yandan da inanılmaz zoruma gidiyor.

Neredeyse her gece bir sigara yakıyorum artık. Ne yorgunluk kalıyor ne başka bir şey. Biliyorum, zararı kendime, ve biliyorum, annemle bunu tartışmaktansa bırakmak bile daha kolayıma gelebilir, ama şu anda yaşadığım yorgunluk, açlık, bunalım, stres ve hasret seviyelerine bir tek bu zehir iyi geliyor, ya da iyi geldiğine inandırmak istiyorum kendimi en azından. İçki alabiliyor olsaydım, büyük ihtimalle alkolik dönerdim eve. Heyhat, alamıyorum. Onun yerine tiryaki olacağız galiba bu gidişle.

Bir yandan istemiyorum içmeyi, kendi hayatıma zarar verdiğimin çok feci farkındayım. Ama bir yandan da banane be diyor içimden bir ses. Hayat benim hayatım değil mi? Bırak nasıl zarar vereceğime kendim karar vereyim, zarar verip vermeyeceğime de. Nasılsa her türlü bir gün ölüp gideceğim. Bari istediklerimi yapmış olayım.

Öyle şeyler işte blog. Fazla takmaya gelmeyecek şeyler yaşıyorum, sıkılmıyorum - daha doğrusu bunalmıyorum ama deliler gibi de yoruluyorum. Yorulmaktan da düşünemiyorum işte. En ufak bunaltı belirtisinde yanımda en yakın dostum içkim sigaram oluyor, o da bana yetiyor.

Oda arkadaşı durumu var bir de. Sevmiyorum aslında biriyle birlikte kalmayı ama odayı da her şeyden çok otel gibi kullandığımız için, günlük muhabbetlerden öteye gitmediğimiz sürece iyiyiz.

Yani en azından olmaya çabalıyoruz.

O da bir şeydir, değil mi?

1 Temmuz 2010 Perşembe

sigara.

Az önce içtiğim sigara, bütün sıkıntılarıma gelsin. Her ne kadar gün içerisinde sıkıntılar gelmese de aklıma, deliler gibi yorulsam da, bazen rüyalarımda, bazen de böyle ev geldikten sonra, tam da dinlenmem gereken zamanlarda aklımda sadece onlar oluyor. Sıkılmıyorum aslında, ama sıkıntıların kalıntıları, temelleri hala orada bir yerde, içimde. Ben hala aynı benim, bir yandan sürekli değişiyorum aslında, ortama uyum sağlıyorum bukalemun misali, ama yine de temeller hiç değişmiyor.

Kendimi boşlukta hissetmek, yerimi bilmemek delirtiyordu beni, bir de hapsolmuşluk. Şu anda olabildiğince özgürüm ama hala bir yere ait değilim. Ait olabileceğimi de sanmıyorum. Bir yer, bir şey normal hale geldiği anda beni boğmaya başlıyor, yapamıyorum. Henüz o hale gelmedi burası, ama gelecek biliyorum. Merak etmeden duramıyorum, acaba bir gün durup da, evet işte burasıymış, hep burayı aramışım işte sonunda buldum, diyecek miyim?

Aradığım yer, aslında bir kişinin yanı mı ya da? O kişi benim istediğim kişi mi, yoksa gerçekten de henüz çok mu başındayım hayatın da daha önümde bir dolu kişi mi var? İki insan gerçekten aynı anda birbirlerine karşı aynı hisleri besleyebilir mi? İnsanlar anlayışlı olabilir mi?

İnsanlar - hatta onları da geçtim, ben sevebilir miyim gerçekten? Hiç kimseye ve hiçbir şeye tam olarak güvenemezken, sadece bir insana güvenmeyi bu kadar istemem bunun olabileceği anlamına gelir mi?

O kadar çok soru var ki peşimden buraya kadar gelen. Yalnız bir soru var, cevabından eminim. O sorunun cevabı ki, yıllardır hayatımı cehenneme çeviriyor. Keşke değilim diyebilsem, keşke başka bir insan olabilsem. Ben her ne kadar sevsem de kendimi, insanların bana sadece benim hakkımda bir ayrıntı yüzünden aynı sevgiyi göstermeyeceğini bilmek bana koyuyor. İnsanların tepkilerini görüyorum, biliyorum. O tepkiler canımı hala yakıyor, hep yakıyor.

O tepkiler yüzündendir ki ona söyleyemiyorum. Şansımı denemeyi bırak, sadece dürüst olmaktan bile korkuyorum.

Evden bir okyanus ötede kendi başıma yaşamaktan korkmuyorken, tutup da iki kelimelik cümlelerden korkmam da ayrı bir üzücü.

Neyse, bir saat kadar oyalanıp annemleri arayayım ben, yarın da Chicago'ya gidilecek zaten gezmeye. Meşgul olduğum sürece, beynimi kontrol edebilirim. Kontrol edemediğim tek şey, duygularım. Bir fotoğrafla bile dünyamı baştan alt üst edebilen o duygularım.

24 Haziran 2010 Perşembe

Galiba deliriyorum. O kadar çok özlüyorum ki onu, başka hiçbir şeyi özlemeye gücüm ve yerim kalmıyor. Tamamen unutabilmek isterken onu, daha da çok aklıma geliyor, durduk yere. Bir gün az düşündüysem onu, ertesi gün aklımdan çıkaramıyorum. Canım çok yanıyor. Sadece ve sadece onu görebilmek için koşa koşa geri gelirdim. O da beni sevecek olsa, bir an bile düşünmeden bir sonraki uçağa binmiş dönüyor olurdum şu anda. Biliyorum ki öyle bir şey olmayacak. Kalıyorum o yüzden. Daha az acıtan şey var burada. Daha rahatım. Arada da olsa çıkarabiliyorum onu aklımdan. Deliler gibi gülüp, salakça işler yapabiliyorum ve en güzeli de kimsenin umurunda bile olmuyor bunlar.

Sonra gece oluyor, yastığa yaslıyorum yanağımı, onu düşünüyorum. O anda ne yaptığını, uyuyorsa rüyasında beni görüp görmediğini merak ediyorum.

23 Haziran 2010 Çarşamba

eksi hal.

Oda arkadaşım her gece sevgilisiyle internetten konuşuyor. Başka bir deyişle oynatmaya az kaldı, doktorum nerde? Kız da öyle güzel müzel değil ama, çıldıracağım o kesin. Kızın bişi yaptığı yok, bana son derece iyi davranıyor falan ama baktıkça hırslanıyorum burada.

Sonra üç adet negatif abla var işte. Neyse ki burada kalmıyorlar. Anladığım kadarıyla bu üçü beraber gelmişler, giyim tarzlarından saç modellerine kadar aynı üç tip. Sürekli bir şeylerden yakınıp öfleyip püflüyorlar. Beni bile gerdiler durduk yere.

Sonra, dönüşlerini 10 temmuz'a aldıran iki tip var. Yapamıyorlarmış, iş çok zormuş, yoruluyorlarmış, az para kazanıyormuşuz. E iyi de evladım, bize her gün kaç saat çalışacağımızı, saat başına ne kadar para kazanacağımızı söylemediler mi? Söylediler. O zaman niye yapmadın bu hesabı? Burada yaşam çok pahalıymış. Evet, pahalı. İdareli kullanın o zaman paranızı.

Ufacık nedenlerden kocaman dev boyutlu sorunsallar yaratan insanları anlamıyorum. Cidden, aklım almıyor. Değmez ki lan, değmez. Hayat yeterince kısa, evinden bu kadar uzaktayken neden zorlaştırıyorsun ki işini? Hayatında her şeyin hep çok mu kolay oldu ki şimdi bu kadar zorluk çekiyorsun? O kadar mı yüzeysel isteklerin vardı? Zengin mi olacaksın sandın? Ucuz iş gücüsün sen burada altı üstü, ucuz iş gücü. Kendini abartmana ne gerek var?

Öyle işte blog. Bugün ilk ride'ıma bindim. Yarın aslında boş günüm, gidip su parkına gitmek isterdim ama annemlerle konuşmam gerek saat 2'de. Önceden randevu vermeseydim, sabahın köründe kalkar giderdim. Onun yerine daha geç giden servis varsa ona binip, gece 10:45 servisiyle mi dönsem acaba... Bilemedim.

20 Haziran 2010 Pazar

güçlü şirin.

"Sen çok güçlü bir kızsın. N'apıcaz biz seninle?" dedi bugün annem bana. Dedim "Bişi yapmayın." Zaten bunu bir anlayabilselerdi, baştan hiçbir sorunumuz olmayacaktı. Hiçbir şey yapmamalarını istiyordum ben, beni rahat bırakmalarını, bana yaşam alanı bırakmalarını. Yapamadılar. Nefes alabileceğim bir alana ihtiyaç duyduğumu anlatamadım. Yalnızlığın bu türlüsünü sevdiğimi de. Kendi sınırlarımı keşfetmeye deli gibi bir arzu duydum ben yıllarca. Sonunda böyle bir şansım var. Sonunda kendi başımayım. İçimde korku da yok şu an. Sadece temkinli olma zorunluluğu hissediyorum. Aslında o da çok değil, merak doluyum. Dünyaya, hayata, her şeye karşı merak doluyum. Ve mutluyum. İleride buraya yerleşmeyi bile düşünebilirim. Hele şu işim bir başlasın da.

19 Haziran 2010 Cumartesi

mikrodalga.

Geldim. Bugün 4 gün olacak neredeyse, kayboldum, buldum, korktum, yoruldum. Ama bir şeyleri kendi başıma halledebileceğime olan temelsiz güvenimi haklı çıkardım bence. Yarın önümde yeni bir macera var beni bekleyen. Sonra oda arkadaşım gelecek pazartesi. Bekarlık sultanlıktır modu bitiyor anlayacağın. Keşke yalnız kalsam hep. Keşke hep bu şekilde dünü, yarını düşünmeye anca geceleri vakit bulabilsem.

Yabancıların, karşılık beklemeden iyi kalpli olabildiklerini gördüm, mutlu oldum.

Ama onu çok özledim. Öyle böyle değil hem de. Durduk yere aklıma geliyor, şu anda eninde sonunda eve dönecek olmak çok da hoşuma gitmese de, buradayken onunla karşılaşma ihtimali bile olmaması beni üzüyor. Evet, o kadar acınasıymışım ben meğer. Biriyle sırf karşılaşabilme ihtimalini sevmişim, sırf merhabalaşma ihtimalini.

Dönmek istiyorum ki ona sarılabileyim. Zaman geçsin istiyorum ki o bana yazsın.

Beni özlesin istiyorum. Benim onu özlediğimin yarısı kadar özlese yeter üstelik. Keşke burada olsa desin istiyorum.

Ama bir yandan dönmeyi de hiç mi hiç istemiyorum.

Henüz ailemi pek özleyemedim. Özgürlük duygusu çok daha ağır basıyor, Bilimeyeni beklemek de.

Döndüğümde nasıl bir insan olacağımı, değişip değişmeyeceğimi merak ediyorum. Döndüğümde, ona söyleyebilmeyi umut ediyorum aslında. Onu kaybetmekten korkuyorum evet, ama böyle çok mu iyi?

Hayat kolay olsa tadı çıkar mıydı? Zorken de çıkmıyor ya neyse.

15 Haziran 2010 Salı

korku.

Hayatta en nefret ettiğim duygulardan biri korku. Şu anda her hücremde hissedebiliyorum kendisini, iliklerime kadar korkuyla doluyum. Mide bulantım geçti en azından ama bu endişe bana neler yapacak ben de bilmiyorum. 13 saat sonra uçağa biniyor olacağım.

Söylemediğim, söyleyemediğim her şey birer birer içimde patlarken, kendimden nefret etmemek çok zor.

Madonna'dan gelsin, Miles Away. Hatta tüm Hard Candy albümü gelsin, olmaz mı?

Belki de her şey çok daha güzel olur kim bilir?

Belki de çok daha kötü.

Mukadderat.

14 Haziran 2010 Pazartesi

denge.

Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı 
Yangelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyiniyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle dövüşemem 
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız


Bu şiiri o kadar çok seviyorum ki... Özellikle de sonunu. Tam oldum derken, tam her şeyi kabullenip, aidiyet hissini yakalamışken, artık dövüşmekten, savaşmaktan vazgeçmişken birisi gelir ya... Hani o gelir, ve sen yeniden doğarsın. Birden gücün olur herkesle her şeyle dövüşmeye. Dengeler alt üst olur, sığamazsın kabına, dünyaya. Tam ben oldum, tam ben dünyaya uydum derken, her şey değişir, aha fazla duyarsın her şeyi, daha çok görürsün. Olamazsın ve olduramazsın. Bana bunları düşündürtüyor bu şiir, bunları hatırlatıyor, onu hatırlatıyor...

Geçen gece rüyamda onu gördüm. Ne yaptığımızı, ne dediğimizi hatırlamıyorum, sadece ve sadece onu hatırlıyorum, upuzun bir rüya boyunca o ve ben vardık sadece. O kadar yanımdaydı ki. Çok özledim. Anlatamayacağım kadar çok özledim, sürekli içim acıyor, sürekli onu düşünüyorum. Onu görmeyi o kadar çok istiyordum ki gitmeden önce. Hoşçakal, seni özleyeceğim demeye, ona sarılmaya o kadar ihtiyacım vardı ki oysa. Yüz iki günlüğüne "ortadan kaybolacağım". Yüz iki gün. Neredeyse yılın üçte biri. Sonra zaten geri dönüp çok çok daha uzun bir süreliğine gideceğim. Döndüğümde de belki de o gidecek. Olmadı, olamadı. Zaman hiçbir zaman uymadı bana zaten. Ben acınası zavallı bir durumda platonik takılmaya razıyken, zaman ona bile izin vermedi.

Zaman, zaman, zaman. Bir hayat var, hani akıp giden, istesen de istemesen de sürdürdüğün, bir de hayat var, keşke parçası olabilsem, yakalayabilsem dediğin. O ikisinin kesiştiği anlarda mutluyuz galiba biz. Sadece o anlarda. Geri kalan her an beklentilerle gerçekliğin çarpışması, savaşı. Kan gövdeyi götürürken, ya bedenin ya ruhun sürekli yara alırken mutlu olmak mümkün değil. Bazen de hayallerin gerçekleşirken, daha duygusal hayallerin geri plana itilmek zorunda kalıyor.

O kadar çok şey istiyorum ki ben... Aynı anda hem de. Aç hissediyorum kendimi her türlü şeye karşı. Her yeri görmek, herkesi her şeyi tanımak, denemek istiyorum. O kadar deneyime açım ki. eğer gitmezsem, eğer yapmazsam bunu kendimi hiç affetmeyeceğimi biliyorum. Hep bir şeylerin eksik kalacağını, hep eksik kalacağımı biliyorum. Burada bir gelecek görmüyorken, tek bir kişi için bu kadar kök salma isteği duymak bana bile saçma geliyor aslında. Gidebilmek lazım bazen. Ama ya hayatta tek bir kez geliyorsa insanın başına böyle bir şey?

Uzun uzun yazmak istiyorum aynı şeyleri, o kadar karışık ki kafam, duygularım... Kimseye anlatamadıkça buraya anlatasım geliyor, kusuyorum ne varsa içimde. Hep aynı yere varıyorum - daha doğrusu varamıyorum. Dönüp dolaşıp aynı yere varıyorum. Daireler çiziyorum kendi etrafımda, başım dönüyor, midem bulanıyor, kusamıyorum, rahatlayamıyorum.

Bunalıma girdiğinde, duvarlar üstüne üstüne geldiğinde bundan mı bulanır acaba miden? Kafanın içinde aynı düşüncelerin, aynı soruların peşinde sonsuz daireler çizerken başın mı döner yoksa? Miden mi bulanır?

Yarın son günüm buralarda. Çarşamba yokum. Belki de asla olmadım. Asla da olamayacağım. Kim bilir?

13 Haziran 2010 Pazar

nokta.

Biz dün konuştuk. Ben dün umursamaz göründüm. Ben dün belki de soğuk göründüm. Hiç takmıyormuşum gibi, gitmek sadece bir mutluluk kaynağıymış gibi, onu son bir kez göremeyecek olmak benim için hiçbir şey ifade etmiyormuş gibi göründüm. Tek yapmak istediğim ağlamaktı oysaki. En azından burada dürüst olmam gerek kendime, ailemi, arkadaşlarımı, dostlarımı geçtim, ben yine en çok ve hep onu özleyeceğim galiba. İşte bunu söyleyemedim. Her zamanki gibi, işler zorlaştığında, fazla karmaşıklaştığında, fazla duygusallaştığında, içimdeki güçlü burculardan birini seçtim, onu oynadım. Kendimden sırf bunun için bile nefret edebilirim.

Ama etmiyorum. Yapmak zorunda olduğum şeyi yaptım. Kafam rahat en azından. Bazen, her şey olacağına varır demekten başka çarem kalmıyor. Hayat kendi kendine seçenekler yaratmana izin vermeyebiliyor.

Son kalan iki ödevimi de bugün çabukça halledip üç gün sonra gidiyorum. Zaman benim için dursun bakalım. Dönünce, yeniden başlayacak nasılsa her şey. Dönünce yine aynı kararsızlıklar, takıntılar ve bunalımlar karşılayacak beni ilk olarak. Hep öyle olmadı mı şimdiye kadar? Ben hep ben, hayat hep aynı hayat. Nothing ever changes.

10 Haziran 2010 Perşembe

lucky.

Her gece yarın daha güzel bir gün olacak demekten yoruldum. Her günün bir önceki günle aynı hatta bazen daha kötü olmasından da. Elimden oturup ağlamaktan başka bir şey gelmemesinden nefret ediyorum.

8 Haziran 2010 Salı

resim.

Kalacağım yerden oda arkadaşıma kadar her şey belirli şu anda. Uçak biletine geri sayım yapıyorum. 7 gün kaldı, tam bir hafta. Sonra uzaklarda olacağım. Bir seneyi nasıl harcadığıma yanıyorum sadece, koca bir sene boyunca nereden nereye geldiğime bakıyorum, hayatımda neler olduğuna. Aslında hiçbir şey olmamış ama diğer yandan o kadar çok şey olabilirmiş ki, bu bile başlı başına bir olay.

Kendime çok kızıyorum aslında. Hem de o kadar çok kızıyorum ki... Söylemek istediklerimi hiç söyleyemiyorum insanlara, yapmak istediklerimi yapamıyorum. Hayat o kadar kısa ki... Birinci elden tecrübe ettim ben bunu bir de. Babamın ölebileceğini öğrendiğimde, annemi o kadar yıkılmış gördüğümde, galiba ilk kez o an öğrendim herkesin sonsuza dek yanında olamayacağını. Babam hastalığını atlattı, ama ben bu eylemsizlikten kurtulamadım. Hala doğru düzgün bir ilişkimiz yok. Uzağız birbirimize, ama bir yandan da hiç olmadığımız kadar yakınız, mesafeliyiz diyelim.

Düşünmeden edemiyorum, ben yokken birisine bir şey olsa... Allah korusun tabii de, dünya hali bu, diyelim oldu. Herkese söyleyemediğim o kadar çok şey var ki... En çok da seni seviyorum diyemiyorum ben. Anneme, babama, kardeşime, en yakın arkadaşlarıma, sevdiğim kişiye, köpeğime, odama, dünyaya... Herkesi, her şeyi garantide kabul ediyorum, öyle olmadıklarını çok ama çok iyi bilsem de. Bu aptallığım, aptallığımız, beni delirtiyor bazen.

Hayatın bu kadar karmaşık olmadığı günleri özlüyorum ben. En büyük korkumun annemin atariyi bozduğumu anlaması olduğu günlere. Saklambaçta fasulyeden oynatılmanın benim için dünyanın sonu olduğu günlere. Ama buraya da değil, yazlığa dönmek istiyorum. Oradaki çocukluğuma. Buradaki uslu kız geçmişimin aksine oradaki kural tanımaz burcu olmak istiyorum. Her gün yeni bir macera yaşarken, zamanın geçtiğini, evimi ve kendimi bile unutmak istiyorum yeniden. Belki o zaman ben biraz dinlenirim. Belki o zaman ben her gece ağlamam.

Elimde resimler var, hiç tanımadığım ve tanıyamayacağım insanların resimleri. Altmış yetmiş yıl önce çekilmiş siyah beyaz fotoğraflar. Bir zamanlar yaşamış, aynı oksijeni solumuş insanlar. Belli ki birilerine bir şeyler ifade etmişler, belli ki sevip sevilmişler. Ne oldu acaba sonra hayatlarında? O kadar ölüm gerçeğini yüzüme vuran bir şey ki onların fotoğraflarını bir sahaftan elli kuruşa satın alabilmek. Nasıl oraya geldi o fotoğraflar? Kim gözden çıkardı onları sonunda? Ben onlara ne kadar hikayeler yazsam da kafamdan, ne kadar merak etsem de, unutulmuş sayılırlar mı? Hayat ne korkunç bir şey. İnsanlar ne korkunç. Aynı zamanda ne kadar da korkaklar...

Yeni Türkü dinliyorum, Resim. Elimdeki fotoğraflara bakıyorum. Düşünüyorum. Tek yaptığım o zaten. Olanları, olacakları, olabilecekleri düşünüyorum. Başım ağrıyor. Düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum.

6 Haziran 2010 Pazar

head hurts.

Sadece gözlerimi kapamak istiyorum şu an, bilgisayarın sesini kulaklarım zonklamaya başlayana kadar açayım, ne kadar hard rock, metal türünde şarkı varsa üst üste dinleyeyim. Beynimdeki uğultuyu anca böyle susturabiliyorum çünkü bu gece. Gitarlar cozurdadıkça kendi düşüncelerimi duymaz oluyorum, her sert bateri darbesinde beynim uyuşuyor, acıyan yerler hissetmemeye başlıyor.

Çok gürültülü kafamın içi. Fazla konuşuyor bu ara içimdeki burcular, kendi kendimi yiyip bitiriyorum. Gitme korkusu, gitme korkusundan kaynaklanan gidememe, hep kalma korkusu, arkamda bıraktıklarımın ben yanlarında olmasam da normal hayatlarına devam edeceklerini bilmem, bazılarının gideceğimi bile bilmemeleri, artık benim de söyleme ihtiyacı duymamam... Çok yakın bildiğin, hissettiğin kişilerle yıllardır iki çift kelime etmemiş olmak. Başlarda onlarsız yapamazken, şimdi onları hiç mi hiç hatırına getirmemek. Kendinin de diğer insanlar için benzer bir pozisyonda olduğunu bilmek.

Kimse vazgeçilmez değil. Kimse eşsiz, tek, yüce değil. Herkesin yerine başkası gelebiliyor. Aynı olmuyor tabi, bazılarının yeri çok zor doluyor, bazen hiç dolmuyor, ama o boşluk git gide daha az hissediliyor. Merak ediyorum, insanların hayatında yerim ne. Kimin gözünde gerçekten bir anlamım var, kim bana gerçekten değer veriyor. Öğrenmekten korkuyorum aslında bunun cevabını. Gidip döndüğümde istemediğim cevaplarla yüz yüze gelmekten korkuyorum.

Sürekli başım ağrıyor. Geceleri uyuyabiliyorum bu ara, üstelik sınavlarım da bitti. Buna rağmen her sabah deli bir baş ağrısıyla uyanıyorum sanki kafamı bütün gece duvarlara vurmuşum gibi. Belki de vuruyorumdur, kim bilir? Ama kafamın içinden çıkamadığım bir gerçek. Tıkıldım kaldım kendi sınırlarım içinde, kenardan köşeden zorluyorum, genişlemiyor. Başım ağrıyor. Başım çok ama çok ağrıyor.

5 Haziran 2010 Cumartesi

"Bildiğim her şey anlamsızlaştı, inançlarım enkaz altında. Sıradan bir gün, sıradan bir kız. Hayatında şimdiye kadar gerçekleşmiş en büyük değişim nasıl olur da bu kadar sessizce gelebilir? Belki de sadece o güne özgü değildi olanlar, herkes gibi ben de biliyordum uzun zamandır yaklaşmakta olan bir şey olduğunu. Büyük bir şey. Acı verici bir şey. Mutlu eden bir şey. Aşık eden, delirten, öldüren ve yaşatan, can sıkıntısına yol açan, söz dinlemeyen, mazeret kabul etmeyen bir şey. Yeni bir bilinç hali belki, belki de sadece bir tür bunalım. Sonunu göremediğim, zaman zaman beni dehşete düşüren, zaman zaman şaşırtan bir şey. Yeni bir sayfa, yeni bir dönem, yeni bir yaşam." - '08.

"Zor. Çok zor. Uyuyup uyanmak gerek şimdi.
Karakaygı sarmış dört bir yanımı, sabahlarımı
Karanlıkta boğulmaktan yoruldum her gece.
Zor. Çok zor. Nefes almak gerek şimdi.
Bal sarısı zaman boğazımda düğümlenir, geçmez
Geceler çıkmaz sokaklar gibi uzar, gitmez.
Zor. Çok zor. Mutlu görünmek gerek şimdi.
Gözlerimin altı mosmor uykusuzluktan
İnsanlar sorar, sorular acıtır, yorar beni
Zor. Çok zor.Yalan söylemek zamanı şimdi." - Şubat '10

"They closed their eyes in fear
Afraid their blind eyes would tear" - '09

Daha da var buraya ekleyeceğim yazı. Şu anda dünyam başıma yıkıldı desem yeri bir durum yaşamakta olduğumdan, yazamayacağım ama yakında eklerim onları da. Az önce göğsümün kaşınmasından huylanıp aynaya baktım ve sol göğsümün altında kocaman kan toplamış bir nokta ve etrafında hafif bir şişlik keşfettim. Ne ola ki? Umarım birkaç güne geçecek bir diğer sivilce türü bişidir. Aklım en kötüsüne gitmedi desem yalan olur. Ellerim titredi korkudan, soğuk terler döktüm bir anda. Ne garip değil mi, yaşamın ne önemi var derken, ölümü geçtim, ciddi bir hastalık bile nasıl korkutuyor insanı. İçgüdü mü bu, toplumsal şartlanma mı ne?

Bugün ben yeniden başlamaya karar verdim. En baştan, yeniden, yavaş yavaş. İlk adım olarak konuşmalarımızı sildim bilgisayarımdan, sonra bütün yer imlerimi temizledim, her yazdığım harfte onunla ilgili bir site atlamasın önüme diye. Sonra onunla ilgili yazdıklarımı yırttım attım. Aslında, son 2-3 yıldır yazdığım her şeyi yırttım attım. Bütün o fictionlar gitti, yok artık elimde. 3 defter dolusu hikaye minicik parçalara bölündü, atıldı.Yaşadığım rahatlamayı anlatabilmem mümkün değil. Üzerimden bir yük kalktı sanki, beni hep geriye çeken bir ağırlıktan kurtuldum. Bir tek maillerini silemedim. Hem istiyorum silmeyi aslında, hem de istemiyorum. Son kez yazdım bugün confess'e de. Yeter artık dedim kendime ben bugün. Yeter. Yeni bir yerde, uzak bir yerde, en baştan başlamak lazım şimdi. Giderken onu da götüremem yanımda, yapamam. Uzaklaşmam, odaklanmam, kafamı toplamam lazım. Yeni sayfalarda yeni hikayeler yazmam lazım. Metafor değil bu dediğim. Gerçekten yeni konular lazım bana. Geliştirmem lazım kendimi. Kararlar vermem.

İlk kararımı da verdim işte bugün. işime yaramayan her şeyi attım yine. Sonra oturdum bütün odamı topladım. Hayatımı düzene koydum. Bitirdim galiba. En azından bitirmek istediğimi biliyorum. O da bişi.

4 Haziran 2010 Cuma

çantalar aleminde yalnız bir sap.

Hani ona rast gelmesem, ya da ne bileyim tam da kendimi onu aylarca görmeyip unutmaya programlamışken o bana bir şey yazmasa... Her şey çok daha güzel olabilirdi. Gönderdiğim şarkıları sevmesin mesela. Sevince başkalarıyla paylaşmasın. Severse içinde sevsin o da benim gibi. Ben göndermeden, onunla paylaşmadan duramıyorsam, o beni durdursun. İstemiyorum gönderme desin. Zevkine s.çayım senin desin, ama tabii ki benden kat kat daha kibar sözleriyle her zamanki gibi. Ya da bırak bana küfretsin, ana avrat düz gitsin. Kötü davransın bana, bile bile acıtsın canımı, dalga geçsin benimle, arkamdan konuşsun, dedikodumu yapsın.

Ben düşünmeden duramıyorum, unutamıyorum, o bana kendini unuttursun, olmaz mı?

Keşke ona veda edebilme şansım olsa. Uzun uzun sarılsak. Tenimde onun sıcaklığı, içimde onun nefesiyle gitsem. Keşke beni özlese. Keşke beni sevse.

R.E.M. dinliyorum. Shiny Happy People. Defalarca TS Eliott okuyorum, Prufrock. Maskelerimiz, mükemmel yalanlarımız, dünyanın en sahte mutlulukları ve sevgileriyle parlak mutlu insancıklarız, evet. Bize acı verirken yabancılaşmamız, herkesle aynıyız, herkes yabancılaşmış çünkü. Aniden değişen müziklere anında uyum sağlıyoruz. Geceleri gizli gizli ağlayıp - bazen onu bile beceremeyip, gündüzleri cesur yeni bir güne başlıyoruz.

Ya korkaksan?

O zaman benim gibi arada kalıyorsun. Ya dünyanın en başarılı oyunculuk performanslarından birine imza atıyorsun... ya da deyip ikinci bir seçenek vermek isterdim ama ben de bilmiyorum henüz o seçeneği. Henüz beceremiyorum sıyrılmayı, oynamamayı. Kendimi tanıyamıyorum.

Garip bir şekilde o bana eski beni hatırlatıyor. Eski derken, çok ama çok eski. Ta anaokulu, ilkokul zamanlarındaki burcu. O zamanlardan en çok hatırladığım şey, duygular. Anlık karabasanlar. Anlık mutluluklar. Çekingenliğim, bir türlü konuşmayı beceremeyişim, hiçbir zaman kendimi yeterli hissetmeyişim, korkularım. Her şeyi sevgiyle görmem ve en ufak şeylere şaşırmalarım.

İnsan kendini en çok kaybettiğinde buluyor.

1 Haziran 2010 Salı

aynalar.

Ona, her baktığım yerde seni görüyorum, delirttin sonunda beni, demek isterdim. Nasıl da aklımdan bir dakika bile çıkmak bilmediğini, hala deli gibi rüyalarıma girdiğini anlata-bilmek. Benim sorunum bazı şeyleri bilmek. Biliyorum, bu tek taraflı bişi. Biliyorum, çok yakında gidiyorum. Biliyorum, başkasını hiç böyle sevmemiştim ben. Sadece biliyorum. Ignorance is bliss derler ya... Onu tanımadan, bilmeden önce mutluydum ben. Mutlu değildim de, sadece hiçbir şey hissetmiyordum. Ama canım da yanmıyordu en azından.

Ne zormuş büyümek. Ne zormuş bütün gücünle büyümeye karşı çıkmak. Ne zormuş hissetmek ve yaşamak.

30 Mayıs 2010 Pazar

Sorunsallar Haritası.

Bugün sırf sevdiğim bir kitabın zihnimdeki kalıntılarına ihanet etmemek için filmini izlememeyi tercih ettim. Anayurt Oteli'nden bahsediyorum yine. İşim falan çıktı bahane, istesem sıyrılırdım o işlerden bir şekilde elbette. Ama içim elvermedi, o yalnızlığın hakkını veremez gibi geldi film bana. Gitmedim ben de. Belki büyük hata ettim, bir daha nerede bulacağım bilinmez ama, oldu işte bir kere.

Hayatım hep böyle benim. Hayallerim ve tasarılarım gerçekleşmedikleri zaman beni daha çok mutlu edebiliyorlar. Platonik aşk hesabı. Hayatı platonik yaşıyorum bazen, fazlasıyla. Çektiğim acıyı seviyorum bir şeyleri özlerken, kavuşmanın hayalini kurarken.

Ama bir yandan da gitgide daha yalnızlaşıyorum. Yalnızlaşmak ve yabancılaşmak artık kanıksadığım şeyler olsa da, işte o kanıksama durumunun kendisi beni bazen rahatsız ediyor. Bir de isyan edesim geliyor o uyuşuk vurdumduymazlıktan sıyrıldığım anlarda. Loneliness be over, when will this loneliness be over?! diye haykırasım geliyor.

Muse'un Map of the Problematique dünyanın en güzel güftesine sahip şarkılardan biri değil mi?

Gitmek kırık kalplere iyi gelir mi?

Ben yokken acaba beni az da olsa özler mi, düşünür mü? Yazın birini bulur mu sevebileceği? Bir erkek?

Sorular, sorular, sorular.
Delirmemek işten değil.

25 Mayıs 2010 Salı

depresif kitaplar evreni.

Başlamadan önce not: Biri okuyacağından değil de, ilerde okuyup da ben ne demişim yok artık dememek için, bir çeşit açıklama yapmam gerek burada. Yapın demiyorum, bak ben de yapmıyorum, belki de yapamıyorum. Bu girdiyi daha çok bir kitabı çok sevmeme neyin engel olduğunu bulmak için yazıyorum. Sonuçta o kitaba yazarın verdiği anlamın yanı sıra, benim de kendi yüklediğim anlamlar var. Mantıklı, ama mantıksız, bu girdi depresyon nedeniyle girilmiş bir girdi değildir. Yakın bir zamanda benden kurtuluş yoktur. Mevzu bahis edilen roman Anayurt Oteli'dir.

"(Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak? Yoksa bilinçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?)" (s.108)


Bir roman boyunca ana karakterin yalnızlığından bahset. Anayurt Oteli gibi boğucu, inanılmaz bir mekan yarat. Sonra da git, son sayfada, kitabın bitmesine birkaç satır kala kendi hayat görüşünü bu şekilde araya sok. Yusuf Atılgan'ın herhangi bir romanını, hatta herhangi bir yazarın, şairin herhangi bir eserini eleştirebilecek yetkinlikte olduğumu düşünmüyorum. Ama kendi hayat görüşüm doğrultusunda neden bir kitabı sevemediğimi, neden bir cümlenin beni o kadar rahatsız ettiğini anlatabilirim herhalde.


Aylak Adam'da da vardı. Yusuf Atılgan karakterlerine düşünce akışı yaptırdığı gibi, kendi düşüncelerini ve yorumlarını da parantezler içinde yazdıklarına ekleyen bir yazar zaman zaman. Stiline bir şey dediğim yok zaten, ben bu şekilde tanıdım ve sevdim yazdıklarını. Ama bu sefer yazdıkları hem o ana kadar getirdiği, geliştirdiği durumlara (bence) ters ve son anda yanlış anlaşılmaktan korkan bir yazar portresi çizdi gözümde.


Bir iş düşünün. Her gün sizden bir dolu şey yapmanız isteniyor, ama karşılığında ya çok ama çok az bir para ödeniyor ya da hiçbir ödeme almıyorsunuz. Şimdi tutup da buna hayatı işle nasıl karşılaştırırsın, elma armut gibi farklı şeyler bunlar diye karşı çıkanlar olacaktır tabii ki. Kendimizi biraz fazla ciddiye almıyor muyuz diyorum ben de buna karşılık. Dünya üzerinde milyarlarca insan şu anda yaşıyor. Dünyada bu şekilde kim bilir kaç kuşak yaşadı. Sonuçta senin, benim hayatımı da değerli kılan hiçbir şey yok aslında. Çiçek koparırken düşünüyor musun bir hayatı sonlandırdım diye? Hayır. Neden? Çünkü etrafta daha bir dolu çiçek var. İnsanların farkı ne? Ha biz de insanız tabii, bize bir başkasından benzer bir davranış gelmesin diye korkuyor olabiliriz, ona bir şey diyemem. Ama en azından dürüst ol, ben bu nedenle iyi davranıyorum insanlara de. Bir de bana kendine neden iyi davranmaya devam ettiğini açıkla lütfen.


İnancı kuvvetli olanlar en azından intihar çok büyük günah diye haklı çıkarıyorlar kendilerini. Şimdi şöyle düşünelim bir de, bu az önce bahsettiğim iş yerinin bir patronu var ve siz onu şimdiye kadar hiç görmediniz. Sadece küçük müdürlerden biri size onun emirlerini getiriyor. Patron diyor ki- diyor müdür, eğer çalışırsan, hem de çok çalışırsan, eninde sonunda paranı ödeyeceğiz. Ama yok istifa edeceğim, dayanamıyorum dersen, eski işlerinin de parasını ödemeyiz, gözünün yaşına bakmayız. Dediğim gibi, inanç meselesi, karışmam, isteyen istediğine inansın, güzel canın istiyorsa git kola kutusuna tapın, ama ben bazen düşünürken bu şekilde görmekten alıkoyamıyorum hayatı. 


Ha küçük şeyler bana yetiyor dersen yine eyvallah. Bana da yetiyor çoğu zaman. Ama bu yetme durumu büyük ölçüde sonrasında ne olacağını bilmememden ve korkumdan kaynaklanıyor, onu da biliyorum. Bunu kabul da edebiliyorum en azından. Şimdi romana geri dönelim. Zebercet, yalnız. Çok ama çok yalnız. Kendine ait bir hayatı yok, olmamış, boğulduğunu hissediyor, birilerini sevmeyi arzuluyor, ama -tekrar edeceğim- çok ama çok yalnız. Adamın bütün ailesi bir trajedi yumağı içinde dolanmış bitmiş zaten. Dayanamayacağına karar verip intiharı seçiyor. Burada hala "olağanüstü yaşam armağanı" diyemiyorum ben. Sadece nefes alabiliyor, düşünebiliyor olmak bana yeterli gelmedi, gelemiyor. Yaşamakta o kadar olağanüstü bir şey yok. Hayvanlar da bitkiler de yaşıyor, gereksiz bir böbürlenmemiz var bu konuda. O bir cümle olmasa ben bu romanı çok sevebilirdim. O bir cümle olmasa, yaşasın Zebercet ve seçme özgürlüğü diyebilirdim. Ama yazar orada bir şekilde Zebercet'in yanlış bir şey yaptığını ima edince sevemedim işte.


Yanlış ve doğru yok çünkü böyle bir konuda. Belki bu girdiyi yazmamın nedeni son dönemlerde üst üste okuduğum her şeyin bu konuda bir şeyler düşündürtmüş olmasıdır bana. Doris Lessing'in The Room Nineteen isimli hikâyesi mesela. En azından orada yorum yok, mutlu son mu, yoksa mutsuz son mu okuyucuya bırakılmış. Dedim ya stil meselesi, yazarın yorumunu katmasında bence bir sakınca yoktur hiçbir zaman, zaten ne kadar objektif olabilir ki yarattığı karakterlere yaşattıklarında bir yazar? Ama böylesine önemli, bir bakıma bütün roman boyunca beklentisi yaratılmış ve tırmandırılmış bir anı bu şekilde tam tersine yorumlamak bence iyi olmamış. Kötü olmuş diyemeyeceğim, çünkü kitap hala bence çok güzel. Sadece kitabın geri kalanıyla aynı güzellikte bir seçim olmamış diyebilirim gibi geliyor.


İşte öyle. Başta dedim ya, yapın demiyorum, benim gibi düşünün de demiyorum. Yalnızca merak ediyorum, hayatının öyle bir noktasına gelmişsindir ki, artık bir neden bulamıyorsundur, ya da bulduğun her nedeni çok rahat çürütebiliyorsundur. İşte o durumdan nasıl çıkılır? Ya da çıkılır mı? Tamamen duygusal sebeplerde belki de kurtuluş, buna kurtuluş demek ne kadar doğru bilemesem de. Toplum tarafından dayatılan mantıklı seçimler yapma zorunluluğu zaten bizi deliliğe sürükleyip asıl mantıktan uzaklaştıran. Yani asıl çözüm hayattan kurtulmak mı, yoksa hayattan kurtulma isteğinden kurtulmak mı? Benim kafam işte tam da burada karışıyor. 

23 Mayıs 2010 Pazar

that's all folks.

Folk müzik pek sevmem, dinlemem değil ama, öncelikle tercih ettiğim bir tür de değildir kendisi. Ha çok sevdiğim folk grupları vardır evet ama hiç bilmediğim bir grubun albümünü indireceksem, seçeceğim grubun folk olması bende bir tedirginlik yaratır çoğu zaman - bir çeşit indirdiğin indie albümün ergen rock yapıyor olması riski gibi bişi hissettiğim.

Bu ara yalnız dikkatimi çekti, lezbiyen-folk diye bişi var. Valla bak, adına öyle demiyorlar açık açık ama bu aralar folk müzik yapan lezbiyen ablalarda bir artış var, ve ben genel olarak bunların müziklerine hastayım. En bilindik, en eskilerinden tut, bir kd lang olsun, Melissa Etheridge olsun, ne bileyim bir Indigo Girls olsun, en yenilerine kadar, mesela Brandi Carlile gibi. Bana da folk sevdirdiniz ya ne diyeyim. En son bu güruha Chris Pureka isimli abla katıldı. Mütemadiyen dinliyorum. Burning Bridges şarkısı hem "this is a story of understanding you can't choose who you love" hem de some fantasies are never meant to be realized at all" sözleriyle çaldı önce kalbimi. Sonra zaten devamı bıçağı kanırta kanırta deşti, öldürdü.

"this is a story of loaded glances
and leaning in too far
this is a story of vague advances
and confessions in smoky bars
so now I am walking down the sidewalk
and I am singing to myself
and I'm going to leave it all behind me now
'cause I don't need this,
I just don't need this

and you can't..."


Bir de ne derseniz deyin, lgbt grubu çok sağlam müzikler yapıyor. Kadın cinsinden gidersek, The Organ mesela, dağılmış olsalar da, yapmış oldukları tek albüm, pek çok grubun bütün diskografisini döver. kd lang, keza, sadece Ingenue albümü yeter. Hatmedilecek, yenilecek, içilecek, acınılacak albümdür o. Sonra yeni favorilerden Sia var, Breathe Me ile Soon We'll Be Found der, bir de bonus olarak Numb'ı eklerim. Bir de bu ablalar beni anlıyor işte. Bu kadar basit. Seslerinde bir acı var. Söyleyebilsem, şarkı yazabilsem, az bir şey yeteneğim olsa yapacağım müziği yapıyorlar.

Söylemem odur ki, nasıl edebiyatta bir gay erkek yazar üstünlüğü vardır - var, bakman lazım görmek için sadece, o kadar kolay - son yıllarda da müzikte gay kadın üstünlüğü var.

27 Haziranda'da da Chicago'da Pride Parade varmış. Ne dersin Coni? Yapalım mı bi delilik?

22 Mayıs 2010 Cumartesi

çünkü aylak olmak zor işti.

Edebiyat hocaları der durur ya, en azından bana derlerdi, kısa cümleler kurun diye. Bugün o sözün doğruluğunu anladım aslında biraz. Uygulaması zor gelse de bana, virgül bağımlısı olsam da, Aylak Adam'ı okuduktan sonra öyle yalın, az ama vurucu yazabilmek istedim.

"Güçtü, ama yılmıyordu. Bir cümle üzerinde saatlerce durmak vardı: Kafasına yürüyenlerden birini seçmenin sorumluluğu vardı. Kelimelerin yetersizliğini öğreniyordu." (s.42) demiş Yusuf Atılgan. Ne haklı. Yazamadığım, o sayfalarca aradığım ama bulamadığım kelime için gelsin bu. Ve bana, o kelime oralarda bir yerde, ve birgün sen onu bulacaksın diyen kişiye. O da bulacak bence, bunu yazdığımı hiç bilmeyecek olsa da.


"Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?" (s.74) Aynı mı bilemesem de, benzer bir dil konuştuğum insanlarla susmaya karar verince, içimde bir şeyler kırılıyor bazen. İnsanlar arasında iletişebilmek için kendimi paralarken mi yoksa kendimi çekip aldığımda mı daha yalnızım bilemiyorum. "Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?" (s.39) Kendime benzer dertleri olan insanları gördükçe, rahat eli paketli insanların aslında var olmadığını düşünmeye başlıyorum. Hepimiz düşmüşüz bir ağın içine debelenip duruyoruz kendimizi kurtarmak için. Ama var o insanlar. Onu da biliyorum. Dışarı adım attığım anda onlarcasıyla çevriliyorum. Galiba ben artık onları insandan sayamıyorum.

Hadi bunları geçtim, "Çekinme, dedi, sen görmediğin zaman başkaları da seni görmez." (s.83) benim, rezil olmak diye bir şey tanım olarak mümkün değildir, tezime çok feci uymuyor mu? Ya da beni geçelim, şu diyalog mesela, tutamak meselesi, Tutunamayanlar'ı getirmiyor mu insanın aklına anında?

"-Ben çoğu geceler içiyorum, dedi. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki de kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burda gülerler. Böylesi az içer. Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından...
-Ya içmediğin zamanlar?
-O zaman ararım.
-Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap...
-Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
-Anlamadım.
-Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, "- Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur," demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!" (s.152-3)

Varoluşsal aşkın en basit tanımlarından birini yapmış resmen adam yıllar önce. Bir çeşit Murphy'nin kanunları çeşitlemesi yaşatmış C.'ye, "Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?" (s.11) Hep geç kalan, hep yanlış zamanlarda yanlış yerlerde olan C. İnatla arayan kovalayan C.

Ama en çok da şu son iki alıntıda bitirdi beni bu kitap. Zaten resmen görerek ve duyarak okudum. Nasıl oldu anlamadım, kafam kazana dönmüşken, aynı anda 3-4 şeyi düşünürken nasıl okuyabildim ben de bilmiyorum, ama özlemişim. Hatta karakterlerden birini rüyamda bile gördüm, ah Ayşe ah, bunlar benim içimden koparak beynimde yankılanıp duruyorlar sabahtan beri.


"'Neden? Neden böylesiniz?' Olanla yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada yalnızdı." (s.156)

"Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı." (s.159) 

Bu kadar uzun uzun, ve kimsenin okumayacağını bile bile alıntılı yazdım ama, kısaca yazsaydım bu blog tek cümlelik olurdu heralde:

Biz çok yalnızız. ("Bu 'biz' dediği daha çok 'ben' değil mi? 'Ben, benim, bana, beni!' Herkes 'Ben'." [s.102])

21 Mayıs 2010 Cuma

boşver.

Bi şarkı var ya hani boşvermişim, boşvermişim diye gidiyor, içimde sürekli o şarkı çalıyor bugün. Sabah el102'de beklemediğim ufak bit notsal zaferden sonra - çok yüksek notlarda gözüm yok ama sevdiğim hocalar bana yüksek not verince seviniyorum, tamamen duygusal bir olay - çıktım dilkoya geçtim.

Konuşma süperdi, çıkışta iki küçümen tarafından yakalandım, soru yağmuruna tutuldum falan, ilgiliydiler, pek bi şekerdiler, dershanedekiler bize çiçek bilem verdi. Teknik sorunlar nedenşyle onuşmaya ilk ben başlamak zorunda kaldım ve tam kıvamına gelmeye başlamışken kafamı kaldırıp baktığımda ismail hocayı görmek de ayrı bir şoktu. Burada değil demişlerdi oysaki. Gözgöze geldik, gülümsedi, resmen heyecan yaptım. Hayatımda o kadar sevdiğim ve saydığım bir hoca, belki bir dönem burcu hoca yaklaşmıştır o mertebeye ama ismail hocanın bana öğrettikleriyle karşılaştırılamaz bile. Öyle işte blog, fena gün değildi yahu. Sabahtan beri bir huzur var üzerimde, kayış koptu bende tamamen, artık hiçbir şey takamıyorum.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

zamane yazı.

Ailecek bir Alman potansiyelimiz var ki sorma feciyiz. Fazla yanık fotoğraflarımda zaten Almancı modundayım, onu geçtim, artık annem öğlen yemeğinden önce bira servisi yapıyor bana. Düşün, kahvaltı ediyorsun, kahvaltı dediysem cornflakes, üzerine bira. Önceki hayatımızda Almandık bence. Evet, kesin.

Zorunlu saçmalamamı yarıda kesip, asıl durum ve sorunlara gelmek istiyorum hemen (bkz. he-man'in totoloji olması sorunsalı). Ciddi ciddi peypırı yazmayıp dersi de bırakasım var. Çok kötü çooook. Son zamanlarda üst üste gelen ödev yap, sınava çalış, ödev yap, sınava çalış, ödev yap, ödev ödev ÖDEV! baskısından sonra zaten sene sonunun yaklaşmasıyla teklemeye başlayan bünyem durdu. Artık teklemiyor bile. Resmen durdu. Öyle mal mal bakıyor önünde duran yığınla kaynağa ve boş word sayfasına. Ve her zamanki gibi bu gerginliği atabilmek anca bir şeyler yazarak olabiliyor.

Yazamadığım bir şeyin stresini başka bir şey yazarak atabilmemi ben bile anlayamıyorum. Cidden. Hadi bu dönem bir şekilde bitti ve ben bir şekilde Amerika'ya gittim döndüm diyelim. Yine kolaylaşmayacak ki işler. Yine acı hep acı. Of. Aklıma her konuda İsmail Hoca'nın o sözü geliyor, bu yaşlarda yapmazsanız bir daha hiç yapamazsınız. Öss bağlamında demişti o ama yine de sayılır bence. Çok kötü davranmakta olduğum vücudum bile inatla dayanıyor pek bir arıza çıkarmadan, tamam migrenim var artık mesela, ya da ülser başlangıcına doğru son hız sürüklenmekteyim, çeşitli yemekleri binbir çeşit ağrı çekmeden yiyemez oldum ama en belirgin bi sivilcelerim var o kadar. Şimdiye bu yorgunlukla, yeri geldiğinde bir iki saatlik uykularımla ölmem lazımdı. Ölmedim. Ve pek tabiki elden ne gelir, can bedenden çıkmayınca.

İşte bu da böyle bir gençlik ve spor bayramı. Tatil olsun da ödev yapalım dediğim bir haftada, peypır sporuyla kutluyorum gençliğimi. Bu işte bir hassiktir, bir ama neden var. 

Ah şu hafta bir bitse, hatta nasılsa bir şey olacağı yok, ah şu dönem tamamen bir bitse de siktirip gitsem buralardan. Evet küfredesim var, hem de çok. Bir de bağırıp çağırasım, ağlayasım var. Hayatımda düzgün giden bir şey göster de böyle hissetmeyeyim. Öyle ortada elim kolum bağlı bakınıyorum etrafımdaki her şey bir girdap gibi dönerken. Elimi hava akımına sokup girdaba katılmaktan korkuyorum.

Ama çok pis metafor yapmaktan, hayır asla korkmuyorum.

Zaman aynı anda hem çok yavaş hem de çok hızlı geçiyor. Nerde gördüğümü, okuduğumu hatırlamıyorum, nerde konuştuğumuzu ya da. Ama şöyle bir şey kalmış aklımda, zaman kavramı modern ve eski zamanlarda birbirinden nasıl farklıymış. Zamanı ölçmek, kendi kendimizi kısıtlamak sadece biz (kendini) modern (sanan) insanlara özgü. Garip. Eskiden zaman daha birleşik, iç içe geçmiş bir kavram, dün bugün yarın yok. Şu anda ise nanosaliselere kadar bölmüş durumdayız o kadar obsesif ve acınası mahluklarız işte. Benzer bişi de ekonomide kapitalizmin dünyaya hediyesi olarak demişti hoca, insanların normal bir işi yaparken ne kadar zaman harcadıklarını obsesif bir şekilde zaman tutarak ölçmek.

Modern çağın hastalığı da bu olsa gerek, her şeyi ve herkesi ölçmek. Zamanı ölçüyoruz, ama hiçbir yere yetişemiyoruz. Yetişemedikçe daha detaylı bir şekilde ölçmenin yollarını bulup, yine yetişemiyoruz. Hızımızı ölçüyoruz, gideceğimiz yerlere hep daha geç varıyoruz. Ağırlığımızı ölçüyoruz, gitgide obezleşiyoruz. Eşyaların değerini ölçüyoruz (sanki ölçülebilirmiş gibi) ama gitgide daha çok tüketiyoruz. Karşı olduğumdan değil, ama popülariteyi bile ölçüyoruz facebook, twitter vs. sağolsun. Arkadaş sayısını ölçelim çoğaltalım derken arkadaşlığı azaltıyoruz kavram olarak. Öyle şeyler işte, tıbbı geliştiriyoruz geliştirmesine ama gitgide daha da hastalaşıyoruz. Sorunumuz zihinsel çünkü, ruhsal. Çözemiyoruz. Kendi içimizde dolanıp takılıp düşüyoruz bir yere gelince. 

Ben neredeyse hiçbir şey bilmediğimi bilen bir mahlukat olarak en azından hayatımı böyle yaşamak istemediğimi biliyorum. O kadar eminim ki kaptırırsam, rahat edeyim diye uyarsam bu ölçümlere, aslında şu bunalım ve sürekli sinir krizi hali geçecek. Ama bir yandan da öyle bir hayat olmaz olsun diyorum. Kapılırsam, geri çıkamam, büyürüm diye korkuyorum. Ben canım istediğinde oturup saatlerce aynı şarkıyı dinlemek istiyorum, ertesi gün sınavım olsa bile. Ya da yazılması gereken sayfalarca peypır varken, son haftasonumu dolu dolu, sevdiğim insanlarla gezerek, eğlenerek geçirmek istiyorum. Ölçe ölçe kısalmış zaten hayatım, bari elimdeki kısacık zamanı iyi geçireyim istiyorum. Çünkü geri gelmiyor zaman. Yaşın ne daha da bunu diyorsun deme, ya bana bir şeyler oldu, ya da zamana, o kadar hızlı olup bitiyor ki artık her şey, ben algılayana kadar üzerinden aylar yıllar geçmiş oluyor olan şeylerin. Ben anın içinde durmak istiyorum. Yavaşlamak istiyorum, inadına ağır vasıta modeli en sağdan gitmek. 

Hayatta bana dayatılan şeylerin haddi hesabı yok ki zaten. Ben de bazen diyorum ki işte, buyrun dayatın, buyrun emredin, ama yapmamı beklemeyin. En azından çabucak yapmamı beklemeyin. Benim zamanım ayrı, benim zamanım yavaş, benim zamanım bana ait, başka da kimseye değil. 

17 Mayıs 2010 Pazartesi

bitik.

Mükemmele yakın bir haftasonu. Sevdiğim insanlar, deli gibi yorulmamın her saniyesine değmesi. Ama yine de eksik olan şeyleri bana daha da şiddetli bir şekilde hissettirmesi. İnsan istediğine yaklaştıkça onu daha çok istiyor bazen, mevcut yakınlığı yetmiyor. Deprem gibi düşünülebilir. Merkez üssüne yaklaştıkça hissedilen şiddet artıyor, yıkıyor, kırıp geçiriyor.

Şebnem Ferah konseri vardı cumartesi. Bu sene ikinci Şebnem konserim, bu bir de m.'nin evlilikle ilgili laflarını hesaba katarsan kıyamet harbiden yakın olsa gerek. Ne güzel konserdi ama, ne güzel gözleri var kadının, ne güzel bakıyor. Artık eskisi gibi dinlemiyorum bile aslında. mp3'ümde bir şarkısı bile yok. Ama orada görünce hissettirdikleri... aşk ya. O kadar, aşk. Yanımda dünyada en sevdiğim insanlardan ikisi, okulumda sımsıcak bir mayıs gecesi. Hayat bazen güzel, hem de çok.

Ertesi sabah insanları uyandıramadan çıktım, geziye katıldım bu sefer. O cami senin bu kilise benim dolaş babam dolaş. O da güzeldi. Hatta zaman zaman, do I dare, yes, I do dare, daha bile güzeldi. Ama bugün, hem fiziken, hem de ruhen tükenmiş bulunmaktayım. Overload oldum. Ağlayasım, ama en çok da kaçasım var. Bir de, bunca haftanın boşa geçmiş olmasının verdiği... hayal kırıklığı, evet o işte. Neyse.

Bu hafta bir geçsin, öteki hafta da geçer zaten. Sonra tatil ve finaller. Sonra gidiş. Korkuyorum. Ama bir yandan da korkmuyorum. Kafayı yiyorum sadece. Bugünün dünden tek farkı, yarının bugün olmamasıydı.

13 Mayıs 2010 Perşembe

anlamak.

Birini anlamak, bir şeyi anlamak, bir olayı, bir hissi, bir acıyı, bir sorunu, bir insanı, bir... Her şeyi anlamak. Bazı şeylerin hiçbir zaman olamayacağını anlamak. Belki de olmaması gerektiğini, ama canının çok ama çok acıdığını anlamak.

Ve her şeyi bitirmeye karar vermek.

İşte bu kadar.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

the lights go out.

Işıklar yanar, ışıklar söner, günler geceleri, geceler günleri kovalar ama bazen zaman harbiden de bi halta yaramaz.

Çok kayboldum, korkuyorum.

Nasıl "çok" kaybolunur diye sorma, ben de bilmiyorum. Şarkı söylüyorum arada bir de.

Demişler ya şarkıda:
Kaybolursam şarkı söyle.

Ben söz dinlerim.

There is a light that always go out.
Fak.

Sigortalarım attı resmen onu görünce. Ne desem, nereye baksam, bakmasam mı bilemedim. Sadece özlemişim, hem de öyle çok özlemişim ki... Eve dönerken metrobüs durağında birini arkadan o sandım. Yarı yolda durdum, geri yürüdüm ve baktım, beynim o derece devre dışı kalmıştı.

Her şey aynı şekilde son hız geri mi geldi? Hayır. Belki daha az, belki daha çok şiddetli ama farklı olduğu kesin. Başka türlü bir şey olmuş bu, açıklayamıyorum.

Belki açıklamam da gerekmiyor.

Beni mutlu eden insanlar var hala. Onlarla vakit geçiriyorum sıklıkla. Bu aralar en çok duyduğum söz "nerelerdesin sen, seni hiç görmüyorum bu aralar". Bir şeyleri ya çok yanlış, ya da çok doğru yapıyorum, ancak zaman gösterecek hangisi olduğunu. Kimseye -istisnalar ve kaideler- gereğinden fazla bağlanmamaya, gereğinden fazla dayanmamaya çalışıyorum. İşe yarıyor da gerçi, kafam en azından bu konuda baya bir rahatladı.

Sonra, artık ödev yazmam gerek, ama yazamıyorum. Cidden, açık ve seçik bir şekilde yaz-a-mıyo-rum.

Yaz gelse de gitsem artık diyorum sık sık bir de. Birkaç zaman önce demiştim gerçi, ben aynı ben, sen aynı sen olduktan sonra, günler değişmiş, yerler değişmiş olsa ne yazar? Değişim tamamen mi ihtimal dışı peki? Sanmam, bilmem.

Öyle işte.

Işıklar söndü yine, demek ki sabah yakın.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Killer Echo.

"And I miss you!" she cried out in her head. The sound of her own voice tripled, hitting the walls of her brain, it echoed behind her eyes. "And I miss you!" It was the only thing she couldn't say out loud. She felt too noisy all of a sudden, her hands and feet went cold. Those four words kept on exploding inside her, each blow hurting a bit more. "And I miss you!" Like a gunfight in her mind, the bullets kept making holes in the old thick walls. More than anything, she was scared of this, the mere possibility of her walls coming down on her, burying her down to the ground, suffocating her like an endless nightmare, so dark and spooky.

So instead of saying it loud, she just watched her go again, like she always did.

(Bu yıl yazdığımdan eminim de, tarih atmamışım kağıda. Sadece kaybolmasın diye geçireyim dedim)

5 Mayıs 2010 Çarşamba

amaçsız entry.

İlhamımı, yazasımı kaybettim, hükümsüzdür. Erken yatıp erken kalkan, gündüzleri insanlarla okul dışında vakit geçirip sosyalleşen standart bir insan olma yolundayım.

"Daha gerçek yalanlarım doğrularından, o yüzden boğuluyoruz bir bardak suda fırtınadan. Zaman beni, ben zamanı öldürüyorken, tuttum nefesimi atmaya seni kalbimden... Ama o zaman da kalbim boşa dönüyor... Hep sana atan bir yürek nasıl inansın, bunca tesadüfler nasıl açıklansın?", demiş Teoman. 

Bir de şöyle demiş, yazmasam olmaz: "Niye külçe gibi kalpleri, kurumuş ağızları dilleri? Hepsi yorgun yaşamamaktan... Boşver anlamasınlar seni, ben anlarım bakışından, bilirim her hücreni. Nasıl görecekler seni sımsıkı kapalıyken kalpleri? Boşver, dişle kendi fünyeni, zaten bir gün her şey biter. Kabul edenler? Etmeyenler? Kabul edilmiştir."

Pekala...

29 Nisan 2010 Perşembe

descartes yalan söylemiş.

This time baby, I'll be bulletproof. Ya ne kötü şeymiş kararsızlık ve buna bağlı eylemsizlik. Kendimi kum torbası gibi hissediyorum, ağır çekiyorum aşağıya doğru böyle az kalmış arzın merkezine seyahate geçmeye sanki. Depresyondan bir nebze kurtarabildim paçayı evet ama şu berbat his gitmiyor. Ben öyle mal mal oturdukça kötü bir şeyler olacakmış hissi geçmiyor. Felaket senaryosu tam, ben hiçbir şey yapmıyorum ve aslında tam da bu nedenle kötü şeyler olacakmış gibi. Suçlanabileceğim bir eylemim yok. Ellerimi havaya kaldırsam bile, "ben yapmadım!" diye bağırsam bile bir işe yarayacağını sanmıyorum. Beynimdeki ben-polisi  beni cezalandırır, hep yaptığı gibi, hiç şüphem yok. Düşünce suçlusuyum ben, sadece düşünüyorum. Düşünüyorum, bu nedenle yokum.

Alakasız bir ekleme olacak ama çok pis tatlı krizlerindeyim ya, öyle böyle değil. Canım aynı anda pasta, kurabiye, revani, lokum ve gofret çekiyor. Bilim şu pms olaylarına çözüm bulabildiği gün zil takıp oynayacağım yemin ediyorum. Hem sinirlerin gerile-boşala folloş olması engellenmiş olur valla bak etraftaki masumlar da kurtulur. Her ay en az 3-4 gün kamu zararlısıyım cidden. O günlerde penceresiz falan böyle dört duvar minicik bi hücreye kapatılsam yeridir. Zaten uyur dururum, olmadı kendimi duvara vurur parçalarım, toptan kurtuluruz. Oooof of.

Merak ettiğim şeyler var bu ara. Mesela şimdi bir süredir görmüyorum ya ben onu, hatta konuşmuyoruz bile, konuşma imkanımız bile yok ya hani, azalıyor bildiğin acısı. Peki o zaman yazın boru gibi kaç ay boyunca görmeyince tamamen de unutur muyum dersin Coni? Ben bilemedim. Peki ya görünce bir an barajdan taşan yağmur suları gibi -metafora bak hizaya gel lütfen- yeniden vurur mu bütün hissedilenler? Ölürüm lan ben o zaman. Aşırı duygu yüklemesinden kalbi infilak eden ilk insan olabilirim o derece. Yok canım olmuyordur zaten öyle bir şey... dimi? Yok de lütfen Coni ya... Korkuyorum.

Bir başka merak ettiğim şey de, şimdi benim dengesiz psikopatın teki olduğum bi gerçek. Bunu göz önüne alıp bir uçalım, başka bir hayatta, başka bir evrende oldu diyelim, istediğim oldu. O zaman da ister miyim böyle, sever miyim? Bunu da bilemedim mesela. Hani elde edince bazı şeylerin değeri azalırmış ya, öyle olur mu? Olmaz. Ama hiç belli de olmaz. Söz konusu kendim olunca kesin hiçbir şey söyleyemiyorum. Yıllar önce de öyle olmamış mıydı? En yakın arkadaşına aşık olduğunu sanan ben koskoca bir sene boyunca içim yana yana "en yakın arkadaş" statüsünü doldurmuş, sonra sonunda hislerime karşılık bulunca sadist bir şekilde aslında neredeyse hiçbir şey hissetmediğimi fark etmiştim.

Gerçi oraları baya karışık şimdi, hissetmiş miydim harbiden bir şeyler? Elbette. En azından hakikaten çok yakın arkadaştık, güveniyordum ona. Hala da güveniyorum, garip bişi bu, paylaşılan şeylerden çok önce kurulan bir bağ. Öyle fazla romantik bir insan değilimdir, ruhtur, aşktır falan saçma gelir bu muhabbetler çoğu zaman ama bazen insanların ruhları uyuşabiliyor galiba. Daha tanımadan, hani bazıları "enerji", "elektrik" vs. şeklinde tanımlıyorlar ya, o durum işte. Birine baktığında, gözlerinin tam içine baktığında bazen ona güvenip güvenemeyeceğini anında biliyorsun. Beni sevmiş miydi peki gerçekten? Zamanında inanamamıştım öyle bir ihtimalin olabileceğine açıkçası. Ben kendime şöyleyim böyleyim derim, takılma ona, başkalarının beni iyi bir gözle görebileceklerine pek olasılık vermem çoğunlukla. Kendimde sevmediğim özelliklerim çokçadır, başkalarının da anında onları görüp beni hayatlarında istemeyeceklerini düşünürüm bazen. Tamam iyi arkadaştık dedik, karakterimle ilgili sorunları, eksiklikleri biliyordu, buna ikna edebilirdim kendimi, ama fiziksel olarak? Benden daha güzel biri onu istese beni bırakıp gitmeyecek miydi sanki? Gitmemişti. Ben onun kalbini ikinci kez kırıncaya kadar da - aylar sonra olmuştu bu - beklemişti.

Belki de şimdi çektiklerim karma falandır ne bileyim, ahını almışımdır çocuğun. Ama şu da vardı ki, küçüktük daha. 15-16 yaşlarından bahsediyoruz, o yaşlarda kendini ne kadar yetişkin hissedersen hisset, çocuksun apaçık ortada bu. Şimdi de olsa gerçi ne fark ederdi ki? Sonuçta o kadar yakınım olan bir insanla bile yakın temas beni rahatsız ettiyse... Bir de hiçbir zaman ona baktığımda alev alev yanmadı benim yüzüm ellerim. Şu salak kelebekleri de hissetmedim. Elde etmekle alakası yoktur belki de o zaman bu durumun diyorum, çok daha bariz bir sorun vardı sonuçta ortada evet, kendisi erkekti. Yalnız, bir arkadaşlığı parçalamış olsam da en azından şu anda kafamda şüphe olmamasında büyük rol oynamıştır bu ilişkimsi şey. Olabilecek en mükemmel adayla bile olamadıysa, ohooo...

Bir de bu seferkinin şöyle bir farkı var, hani arkadaşına aşık olmak değil de, hoşlandığın kişiyle arkadaş olma yolunda ilerledikçe ona aşık olma durumu. Çok fena yani. Onun için uzaklaşmak gerek diyorum. Zaman geçmesi lazım, o gitmeyeceğine göre, benim çekip gitmem lazım uzunca bir süre. O kadar da güzel denk geldi ki zaten gidişlerimiz.

Evet evet, kesin unutulur. Unutmak iyi bir şey mi peki? O da başka bir blogda iç hesaplaşma konusu edilsin artık. Ben yoruldum.

26 Nisan 2010 Pazartesi

evresel teori.

"5 stages of grief" olayı vardır ya hani. Ölümlerden sonra falan insanların yaşadıkları acının evreleri. Durduk yere aklıma geldi, bence gayet umutsuz aşıklara da uygulanabilir. (İtiraf ediyorum saatlerdir Dead Can Dance, The Cure vs. dinlemenin yol açtığı bir isyan da olabilir bu, tam da durduk yere değil yani, neyse)

Önce "denial" var, inkar. "Belki o da beni seviyordur, zaten sevgilisi de yok, geçen bana merhaba dedi, kesin onun da bana karşı duyguları var..." gibi, gerçekliği inkar eden halüsinasyona varan hastalıklı "o da beni seviyor" ruh hali. Gerçeklerin inkar edilmesi kısaca. Kişisine göre değişebilmekle birlikte en uzun süren evredir genelde. Kişi bu evrede günlük hayatın en normal, en sıradan yanlarını bile bir işaret olarak algılayabilir, kafasında senaryolar yazabilir.

İkinci evre "anger", yani öfke. "Neden beni sevmiyor, geçen mesaj attım geri dönmedi, bütün gün internetteydi bana bir merhaba demedi, bir kızla gördüm bunu bana nasıl yapar" Bu aslında en hastalıklı evredir, olmayan bir durumu kafasında yaratan özne, karşısındakinin haberi bile olmadığı bir durumdan dolayı ona öfke duymaktadır. Gerçi daha çok kendi salaklığına duyduğu bir öfke de olabilmektedir bu ama kendini bu şekilde gösterir.

Burada bir yol ayrımına gelir söz konusu kişi. Ya yeniden bir denial evresine dönüş yapacak ve dengesiz bir şekilde sevgi ile nefret arasında gidip gelecektir, ya da adam gibi bir sonraki evreye geçiş yapacaktır. Bu evre de çok sakat bir evre aslında, adam gibi dediğime bakmayın.

"Bargaining", pazarlık. Bu en salak evre işte. Hani özneyi önüne alıp iki tokat atasın gelir ya, aynen öyle bir durum. "İlk tanıştığımız gün ona gülümseseydim, daha neşeli bir insan olsaydım, daha ciddi, daha zeki, daha zayıf, daha kaslı, daha... o da beni severdi." Aniden saç rengi değiştiren, rejime giren, kendini geliştirmek için kurstan kursa koşanlar genelde bu evreden çıkar. (benzer bir vaka için, bkz. fakir ama gururlu genç sendromu) Sanki değişip karşısına çıkınca diğer kişi ne büyük hata yaptığını anlayıp - ki sorun o, söz konusu kişi hiç bir şey yapmamış - birden bire hayatımın aşkısın diyecek. Bunun bir de geleceğe dönük veriyonu vardır ki, "Tanrım seviyorsa bir işaret gönder, yoksa vazgeçeceğim, yarına kadar bana merhaba demez, aramaz ise bu sefer bitecek." pazarlığıdır, yapmayın, etmeyin diyorum, komik oluyor, boşuna hatları da meşgul etmeyin o sırada daha önemli şeyler dileyenler olabilir.

"Depression", depresyon, bunalım, dibe vuruş. Bu en kaçınılmaz evre zaten. Artık kendini değiştirmenin bir işe yaramayacağını, ve üstüne üstlük çok da saçma sapan bir taviz olduğunu anlayan, ama yine de içinde artık mum ışığından cılız bir umut kalan kişi kendini depresyonun uyuşuk, hissiz kollarına bırakır. Bol bol ağlar. Bir daha hiç mutlu olamayacağını düşünür. Kimse onun gibi değil, kimseye aşık olamam der, bir yandan bu hale geldiği için hem kendinden hem ondan hem hayattan nefret eder. "O beni hiç sevmedi ki. ben sevilecek bir insan değilim ki, beni kimse sevmiyor, bu dünya yaşamaya değmez." Benzeri sayıklamalar duyulabilir. Kişi bu evrede gözetim altında tutulmakla beraber çok da yalnız bırakılmamalı, arada bir hatrı sorulmalıdır. Yazıktır, günahtır.

Depresyondan çıkan kişiyi artık son bir evre beklemektedir: "Acceptance", yani kabulleniş. Adı bile güzel yahu. Neyse burada artık kişi gözünde büyüttüğü, idealleştirdiği, yüceleştirdiği, aşkına odak noktası seçtiği kişinin de normal bir insan evladı olduğunu fark eder, kendi kendine bu kadar acı çektirmiş olmasına güler. Bazı şeylerin zorlamaya gelmediğini anlar, "olmuyorsa olmuyor kardeşim" bakış açısına kavuşur. Kavuşur da...

Sonra da gider kendine yeni bir hedef arar. Böyle de salaktır söz konusu insan evladı. Ders almaz, aynı şeyleri oldurana kadar başka bileşenlerle dener. Bazen oldurur. Bazen olduramaz - ki o zaman aynı evreler yine geçerlidir.

Not: Söz konusu evrelerin süreleri ve sıraları kişiden kişiye değişebilmekte olup bu evreleri mal edip bir ona bir buna gireni bile tarafımdan görülmüştür. Bu yazının hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Evde tek başınıza denemeyiniz. Tamamen yıllar boyunca "kelin merhemi olsa başına sürermiş ama anlat bakalım"cılığın sonunda elde edilmiş görgül verilerle oluşturulmuştur. Fazla takılmayınız, keyfinize bakınız. İhtiyacınız olursa buyurup gelip anlatınız efenim.

25 Nisan 2010 Pazar

hayatın anlamı.

Vay canına. Geceler gündüzler birbirine karışmış ilerlerken aylardan neredeyse Mayıs geldi iyi mi? Bunun bugün dank etmesi de birmayıs afişlerinden birini ("birmayısı kutlayalım") feci şekilde yanlış okumamla ("olmayışı kutlayalım") oldu. Bu sene en uzun ay yine Şubat'tı sanki. Tatilin bunaltıcı etkisinden olsa gerek bütün bir yılı düşününce bir o ay aklıma geliyor o derece - tabi bu noktada benim yıl anlayışımın normal takvim yılı değil, okul yılı olduğunu belirtmekte fayda var. Bu mantık(sızlık)la yılın sonuna yaklaşmış sayılıyoruz benim gözümde. Neyse. Konuyu dağıttım yine.

Asıl söylemek istediğim, bu senenin zor bir sene olduğu idi. Belki de şu kısacık hayatımın en zor ve uzun senelerinden biri. Ama sanki bir şeyler değişiyor, anlayamıyorum, hala deli gibi depresyondan depresyona savrulsam da, gidecek olmanın verdiği garip bir umut, bir güç var üzerimde. Elliiki günüm kalmış. Sonra gidiyorum, sadece bu şehirden de değil, bildiğin ülkeden, hatta kıtadan. Ne garip dimi? Yani gitmek o kadar garip bişi değil de, yıllardır bir "gitmek" idealiyle yaşayan bir insanın sonunda bunu gerçekleştirmek üzereyken çok da umursamıyor oluşu biraz garip.

Zor ve her zamankinden daha da yalnız geçen bir senenin en kötü yanı da kimsenin tam olarak ne kadar kötüleştiğimi bilmemesi oldu benim için. Kimse fark etmedi nerelere düştüğümü en son, neler düşündüğümü. Kimse sormadı bile. Yaklaşanlar oldu o ayrı. Beni hayata bağlayanlar, bunu hiç bilmeyecek olsalar da. Şimdi dönüp bakınca kötü günlermiş diyorum ama şu anki ruh halim de çok iyi değil dürüst olmam gerekirse. Sadece bir çeşit zihin berraklaşması yaşadığım. Buböylegitmezcilik oynuyorum şu anda, gündüzleri oynadığım hayatnegüzelmişciliğe ek olarak. Hayatın tamamı aslında böyle oyunlarla dolu. Kitabına göre oynayan falan derler ya, saçma bişi aslında. Sanmıyorum bunların hepsinde kitabını kuralını yazacak kadar bir mastery seviyesine gelmiş biri olabilsin. Varsa da ben o kişiye tapınırım öyle diyeyim. İlah olmuştur artık o, bu dünyayı aşmış, ermiştir.

Mesela kuzenime tapınmayı düşünüyorum ben bu ara. "İzafiyet teorisini biliyor musun?" diyorsun yavrucana, "Biliyorum" diyor. "Nerden biliyorsun?" "Öyle, biliyorum" "Hayatın anlamını biliyor musun?" "Biliyorum." "Hayatın anlamı ne peki?" "Efe." Budur işte. Çocuk kendi hayatının anlamını tamamen kendi olarak kabul etmiş. Bunu becerebilen yetişkin yok benim tanıdığım açıkçası. Üç yaşında çocuk deyip geçmeyeceksin, dinleyeceksin. Yavru kuzenin peşine kült toplamaya kararlıyım.

21 Nisan 2010 Çarşamba

disgust.

Ne diyebileceğimi, ne yazacağımı bilmiyorum. Tek bildiğim insanlığımdan iğreniyorum. Boğazımda bir şeyler düğümlendi, içimde bir ağırlık. Haksızlıkları, savaşları, insanların çektiği acıları bir şekilde -ne yazık ki- sineye çekebiliyor olsam da, söz konusu olan masumlar olunca beynimde çığlıklar yankılanıyor, dağılıyorum. Önce hayvanlardı istismara uğrayan, haberlerde gördüğüm. Bugün çocuklar. Biz ne yapıyoruz allah aşkına? Hiç mi vicdan yok, hiç mi kalp yok bu nefes almaları bile fazla olan cisimlerde? İğreniyorum herkesten, bütün insanlıktan şu anda. Hala böyle şeyler olabildiği, sabah böyle haberlere uyanabildiğim ve elimden bir şey gelmediği için acı çekiyorum. İnsanlık bu duruma geldiyse, ben insan olmak istemiyorum.

Ve nefret ediyorum... Uzun zaman sonra ilk kez bir şeylerden, birilerinden bu derece şiddetle nefret ediyorum.

Birileri duygularımı benden daha iyi anlatmışlar burada & burada.

20 Nisan 2010 Salı

müzikal saçmalamalar.

mp3 playerda sadece the Smiths, Morrissey, Gravenhurst, Tİndersticks ve Frusciante bırakma arzusu içindeyim. Vatana millete hayırlı olsun.

Sonuç:
*Ataxia - Automatic Writing I
*Gravenhurst - Fires In Distant Buildings/Flashlight Seasons/The Western Lands
*John Frusciante - Curtains/Shadows Collide With People
*Morrissey - Viva hate/Kill Uncle/Your Arsenal/Vauxhall and I/You Are The Quarry/Ringleader of The Tormenters/Years of Refusal/Swords
*The Classic Crime - Acoustic Seattle Sessions
*The Lost Fingers - Lost in The 80s
*The Organ - Grab That Gun
*The Smiths - Hathful of Hollow/louder Than Bombs/Meat Is Murder/Strangeways, Here We Come/The Queen Is Dead/The Smiths/The World Won't Listen
*Tindersticks - Curtains/Simple Pleasures
*Vega - Hafif Müzik

Bir de tabi ki vazgeçilmez kutsal kasem, karışık klasörüm. Evet evet beğendim bu sefer içeriği. Eferim bana. Zırt pırt çökmezse bir de çok süper olacak.

Normal bir insan gibi davranmam gerekirse bir anlığına, panik olmaktayım. Perşembe gününe vermem gereken bir adet outline'ım, ve yine perşembe gününe bir adet terminoloji quizim, ve ekonomi midterm'üm var - o da perşembe. Günler çuvala mı girdi yahu? El insaf. Henüz hiçbiri için bir şey yapmamış olmam da cabası. Ayvayı yeme de yanında yat. Ama yol arkadaşım, biricik dostum mp3'üm ne güzel oldu dimi? (Kafama ağırcana bir tepsiyle, ya da ne bileyim tavayla falan vurursanız memnun kalırım, belki bir anda aklım başıma gelir falan...)

17 Nisan 2010 Cumartesi

dreamafterdream.

Herkes bize gelmiş, teyzemler, ananemler, büyük masanın etrafında oturuyoruz salonda. Galiba doğumgünü vesaire bişi için toplanılmış. Orada olmak beni mutlu etmiyor, huzursuzum deli gibi. Sonra nereden elime geçiyorsa, bir şişe bira buluyorum, hızla içiyorum. Nasıl oluyorsa sarhoş ediyor o bira beni, hem de nasıl. Masada bir şeyler anlatmaya çalışıyorum bizimkilere, dinlemiyorlar beni. Susun, dinleyin! diye bağırıyorum, elimi masaya vurarak, teyzem bana sen daha bir birayla sarhoş ol, sonra da beni dinleyin de, diyor, herkes gülüyor, beni ciddiye alan yok. Kendimi leş gibi hissediyorum o anda. Nasıl öfkeliyim anlatamam. Bir şeyleri kırmak, birinin ama en çok kendimin canını yakmak istiyorum, ama onu da sarhoşluğuma vuracakları, ciddiye almayacakları için yapmıyorum. Sinir küpü gibi öyle oturuyorum. Sonra bir anda kardeşimle dışarda buluyorum kendimi. Trene binecekmişiz, istasyona gidiyoruz. Gökyüzü gri, her an yağmur yağabilecekmiş gibi görünüyor.Trene biniyoruz. Eve gidiyormuşuz aslında, biz neredeydik ki zaten diyorum, etrafımdakiler yine gülüyor. Hala sarhoş olduğumu fark ediyorum, utanıyorum. Kafamı kaldırıp yukarı bakıyorum, trenin tavanında kocaman bir pencere var. Kapkara bir duman geçiyor üzerimizden. Trenin dumanı mı, diye soruyorum, karşımda oturan kadın küçümser bir ifadeyle, ya başka neyin olacaktı, diyor. Pencereden ellerimi çıkarıp kapkara dumanın ikiye ayrılıp sonra yeniden birleşmesini izliyorum. Evin oraya geliyoruz, arka büfedeyiz. Oradan çikolata alayım diyorum, kardeşim istemiyor. Ben kendime bir tane alıyorum, tam parasını vericem, kadın kampanyası var, adınız nedir diyor. Kampanyayı boşver, çikolatayı alayım yeter diyorum aceleyle. Kadın seviniyor bir anda. Soyadımız aynıymış diyor. Hakikaten de büfenin adı başaran büfe. Sonra kendi bilgilerini yazıyor elindeki forma, çikolatanın pakedini kesiyor, bana uzatıyor kalanını. Parası? diyorum, boşverin diyor. Büfenin iç kısmına geçiyoruz sonra, oturuyoruz. Silahlı adamlar geliyor, büfenin sahibi kaçıyor, kardeşim de ortadan kayboluyor bir anda. Bir ben kalıyorum içerde, korkuyorum, keşke hiç almasaydım şu çikolatayı diyorum, oturmasaydım burada. Kardeşim nerde merak ediyorum, daha da korkuyorum ve o anda uyanıyorum.

Sinemadayız. Salona girmeden önce onunla konuşmak istiyorum, bir fırsatını bulup muhabbet açmaya çalışıyorum ama beni iplemiyor, uzaklaşıp içeri giriyor. Sonra film hemen bitiyor. Çıkıyoruz. Kapının önünde bir adam ve küçük bir erkek çocuğu. Çocuk içeri girmek istemiyor galiba. Yere çömeliyorum, çocukla konuşuyorum, onu güldürüyorum, ikna ediyorum. Sonra oley! diyerek yumruğumu ileri uzatıyorum. Gülerek bana elini uzatıyor, kalkmama yardım etmek için. Elini tutuyorum ama kalkmıyorum, onu bana doğru çekiyorum biraz, kafamı bacağına yaslıyorum. Yanımızda başka arkadaşlar da var. Sonra o da çömeliyor, nereye gideceğimize karar verilmeye çalışılırken. Sol bacağıma oturuyor. Kolumu beline doluyorum, başını omzumla boynumun birleştiği noktaya yaslıyor. Uzunca bir süre öyle oturuyoruz. Kalkarken, bacağın yorulmadı mı beni taşırken diyor. Hayır diyorum. İçimden çeşitli cevaplar geçiyor, söyleyemediğim. Rüya bitiyor.

Birkaç hafta önce gördüğüm bir rüyada sınıfta durmuş konuşurken yanımızda yine başka insanlar olmasına rağmen, iki parmağıyla elimi okşayıp duruyordu. Uyandığımda hala elimde hissedebiliyordum elini, dokunuşunu. O rüyanın üzerinden kısa bir süre geçti geçmedi, elimi kestim dediğimde, bakayım deyip elimi eline aldı. Aynı his. Günlük yaşamımdan çıkarsam, gecelerime giriyor. Özlüyorum. Deliler gibi özlüyorum işte. Hiç olmamış birini özlüyorum, hiç olmayacak birini. Canım yanıyor. Müziğin sesini açıyorum. When the wake ups hard to find, dreams make up for your life.