24 Haziran 2010 Perşembe

Galiba deliriyorum. O kadar çok özlüyorum ki onu, başka hiçbir şeyi özlemeye gücüm ve yerim kalmıyor. Tamamen unutabilmek isterken onu, daha da çok aklıma geliyor, durduk yere. Bir gün az düşündüysem onu, ertesi gün aklımdan çıkaramıyorum. Canım çok yanıyor. Sadece ve sadece onu görebilmek için koşa koşa geri gelirdim. O da beni sevecek olsa, bir an bile düşünmeden bir sonraki uçağa binmiş dönüyor olurdum şu anda. Biliyorum ki öyle bir şey olmayacak. Kalıyorum o yüzden. Daha az acıtan şey var burada. Daha rahatım. Arada da olsa çıkarabiliyorum onu aklımdan. Deliler gibi gülüp, salakça işler yapabiliyorum ve en güzeli de kimsenin umurunda bile olmuyor bunlar.

Sonra gece oluyor, yastığa yaslıyorum yanağımı, onu düşünüyorum. O anda ne yaptığını, uyuyorsa rüyasında beni görüp görmediğini merak ediyorum.

23 Haziran 2010 Çarşamba

eksi hal.

Oda arkadaşım her gece sevgilisiyle internetten konuşuyor. Başka bir deyişle oynatmaya az kaldı, doktorum nerde? Kız da öyle güzel müzel değil ama, çıldıracağım o kesin. Kızın bişi yaptığı yok, bana son derece iyi davranıyor falan ama baktıkça hırslanıyorum burada.

Sonra üç adet negatif abla var işte. Neyse ki burada kalmıyorlar. Anladığım kadarıyla bu üçü beraber gelmişler, giyim tarzlarından saç modellerine kadar aynı üç tip. Sürekli bir şeylerden yakınıp öfleyip püflüyorlar. Beni bile gerdiler durduk yere.

Sonra, dönüşlerini 10 temmuz'a aldıran iki tip var. Yapamıyorlarmış, iş çok zormuş, yoruluyorlarmış, az para kazanıyormuşuz. E iyi de evladım, bize her gün kaç saat çalışacağımızı, saat başına ne kadar para kazanacağımızı söylemediler mi? Söylediler. O zaman niye yapmadın bu hesabı? Burada yaşam çok pahalıymış. Evet, pahalı. İdareli kullanın o zaman paranızı.

Ufacık nedenlerden kocaman dev boyutlu sorunsallar yaratan insanları anlamıyorum. Cidden, aklım almıyor. Değmez ki lan, değmez. Hayat yeterince kısa, evinden bu kadar uzaktayken neden zorlaştırıyorsun ki işini? Hayatında her şeyin hep çok mu kolay oldu ki şimdi bu kadar zorluk çekiyorsun? O kadar mı yüzeysel isteklerin vardı? Zengin mi olacaksın sandın? Ucuz iş gücüsün sen burada altı üstü, ucuz iş gücü. Kendini abartmana ne gerek var?

Öyle işte blog. Bugün ilk ride'ıma bindim. Yarın aslında boş günüm, gidip su parkına gitmek isterdim ama annemlerle konuşmam gerek saat 2'de. Önceden randevu vermeseydim, sabahın köründe kalkar giderdim. Onun yerine daha geç giden servis varsa ona binip, gece 10:45 servisiyle mi dönsem acaba... Bilemedim.

20 Haziran 2010 Pazar

güçlü şirin.

"Sen çok güçlü bir kızsın. N'apıcaz biz seninle?" dedi bugün annem bana. Dedim "Bişi yapmayın." Zaten bunu bir anlayabilselerdi, baştan hiçbir sorunumuz olmayacaktı. Hiçbir şey yapmamalarını istiyordum ben, beni rahat bırakmalarını, bana yaşam alanı bırakmalarını. Yapamadılar. Nefes alabileceğim bir alana ihtiyaç duyduğumu anlatamadım. Yalnızlığın bu türlüsünü sevdiğimi de. Kendi sınırlarımı keşfetmeye deli gibi bir arzu duydum ben yıllarca. Sonunda böyle bir şansım var. Sonunda kendi başımayım. İçimde korku da yok şu an. Sadece temkinli olma zorunluluğu hissediyorum. Aslında o da çok değil, merak doluyum. Dünyaya, hayata, her şeye karşı merak doluyum. Ve mutluyum. İleride buraya yerleşmeyi bile düşünebilirim. Hele şu işim bir başlasın da.

19 Haziran 2010 Cumartesi

mikrodalga.

Geldim. Bugün 4 gün olacak neredeyse, kayboldum, buldum, korktum, yoruldum. Ama bir şeyleri kendi başıma halledebileceğime olan temelsiz güvenimi haklı çıkardım bence. Yarın önümde yeni bir macera var beni bekleyen. Sonra oda arkadaşım gelecek pazartesi. Bekarlık sultanlıktır modu bitiyor anlayacağın. Keşke yalnız kalsam hep. Keşke hep bu şekilde dünü, yarını düşünmeye anca geceleri vakit bulabilsem.

Yabancıların, karşılık beklemeden iyi kalpli olabildiklerini gördüm, mutlu oldum.

Ama onu çok özledim. Öyle böyle değil hem de. Durduk yere aklıma geliyor, şu anda eninde sonunda eve dönecek olmak çok da hoşuma gitmese de, buradayken onunla karşılaşma ihtimali bile olmaması beni üzüyor. Evet, o kadar acınasıymışım ben meğer. Biriyle sırf karşılaşabilme ihtimalini sevmişim, sırf merhabalaşma ihtimalini.

Dönmek istiyorum ki ona sarılabileyim. Zaman geçsin istiyorum ki o bana yazsın.

Beni özlesin istiyorum. Benim onu özlediğimin yarısı kadar özlese yeter üstelik. Keşke burada olsa desin istiyorum.

Ama bir yandan dönmeyi de hiç mi hiç istemiyorum.

Henüz ailemi pek özleyemedim. Özgürlük duygusu çok daha ağır basıyor, Bilimeyeni beklemek de.

Döndüğümde nasıl bir insan olacağımı, değişip değişmeyeceğimi merak ediyorum. Döndüğümde, ona söyleyebilmeyi umut ediyorum aslında. Onu kaybetmekten korkuyorum evet, ama böyle çok mu iyi?

Hayat kolay olsa tadı çıkar mıydı? Zorken de çıkmıyor ya neyse.

15 Haziran 2010 Salı

korku.

Hayatta en nefret ettiğim duygulardan biri korku. Şu anda her hücremde hissedebiliyorum kendisini, iliklerime kadar korkuyla doluyum. Mide bulantım geçti en azından ama bu endişe bana neler yapacak ben de bilmiyorum. 13 saat sonra uçağa biniyor olacağım.

Söylemediğim, söyleyemediğim her şey birer birer içimde patlarken, kendimden nefret etmemek çok zor.

Madonna'dan gelsin, Miles Away. Hatta tüm Hard Candy albümü gelsin, olmaz mı?

Belki de her şey çok daha güzel olur kim bilir?

Belki de çok daha kötü.

Mukadderat.

14 Haziran 2010 Pazartesi

denge.

Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı 
Yangelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyiniyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle dövüşemem 
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız


Bu şiiri o kadar çok seviyorum ki... Özellikle de sonunu. Tam oldum derken, tam her şeyi kabullenip, aidiyet hissini yakalamışken, artık dövüşmekten, savaşmaktan vazgeçmişken birisi gelir ya... Hani o gelir, ve sen yeniden doğarsın. Birden gücün olur herkesle her şeyle dövüşmeye. Dengeler alt üst olur, sığamazsın kabına, dünyaya. Tam ben oldum, tam ben dünyaya uydum derken, her şey değişir, aha fazla duyarsın her şeyi, daha çok görürsün. Olamazsın ve olduramazsın. Bana bunları düşündürtüyor bu şiir, bunları hatırlatıyor, onu hatırlatıyor...

Geçen gece rüyamda onu gördüm. Ne yaptığımızı, ne dediğimizi hatırlamıyorum, sadece ve sadece onu hatırlıyorum, upuzun bir rüya boyunca o ve ben vardık sadece. O kadar yanımdaydı ki. Çok özledim. Anlatamayacağım kadar çok özledim, sürekli içim acıyor, sürekli onu düşünüyorum. Onu görmeyi o kadar çok istiyordum ki gitmeden önce. Hoşçakal, seni özleyeceğim demeye, ona sarılmaya o kadar ihtiyacım vardı ki oysa. Yüz iki günlüğüne "ortadan kaybolacağım". Yüz iki gün. Neredeyse yılın üçte biri. Sonra zaten geri dönüp çok çok daha uzun bir süreliğine gideceğim. Döndüğümde de belki de o gidecek. Olmadı, olamadı. Zaman hiçbir zaman uymadı bana zaten. Ben acınası zavallı bir durumda platonik takılmaya razıyken, zaman ona bile izin vermedi.

Zaman, zaman, zaman. Bir hayat var, hani akıp giden, istesen de istemesen de sürdürdüğün, bir de hayat var, keşke parçası olabilsem, yakalayabilsem dediğin. O ikisinin kesiştiği anlarda mutluyuz galiba biz. Sadece o anlarda. Geri kalan her an beklentilerle gerçekliğin çarpışması, savaşı. Kan gövdeyi götürürken, ya bedenin ya ruhun sürekli yara alırken mutlu olmak mümkün değil. Bazen de hayallerin gerçekleşirken, daha duygusal hayallerin geri plana itilmek zorunda kalıyor.

O kadar çok şey istiyorum ki ben... Aynı anda hem de. Aç hissediyorum kendimi her türlü şeye karşı. Her yeri görmek, herkesi her şeyi tanımak, denemek istiyorum. O kadar deneyime açım ki. eğer gitmezsem, eğer yapmazsam bunu kendimi hiç affetmeyeceğimi biliyorum. Hep bir şeylerin eksik kalacağını, hep eksik kalacağımı biliyorum. Burada bir gelecek görmüyorken, tek bir kişi için bu kadar kök salma isteği duymak bana bile saçma geliyor aslında. Gidebilmek lazım bazen. Ama ya hayatta tek bir kez geliyorsa insanın başına böyle bir şey?

Uzun uzun yazmak istiyorum aynı şeyleri, o kadar karışık ki kafam, duygularım... Kimseye anlatamadıkça buraya anlatasım geliyor, kusuyorum ne varsa içimde. Hep aynı yere varıyorum - daha doğrusu varamıyorum. Dönüp dolaşıp aynı yere varıyorum. Daireler çiziyorum kendi etrafımda, başım dönüyor, midem bulanıyor, kusamıyorum, rahatlayamıyorum.

Bunalıma girdiğinde, duvarlar üstüne üstüne geldiğinde bundan mı bulanır acaba miden? Kafanın içinde aynı düşüncelerin, aynı soruların peşinde sonsuz daireler çizerken başın mı döner yoksa? Miden mi bulanır?

Yarın son günüm buralarda. Çarşamba yokum. Belki de asla olmadım. Asla da olamayacağım. Kim bilir?

13 Haziran 2010 Pazar

nokta.

Biz dün konuştuk. Ben dün umursamaz göründüm. Ben dün belki de soğuk göründüm. Hiç takmıyormuşum gibi, gitmek sadece bir mutluluk kaynağıymış gibi, onu son bir kez göremeyecek olmak benim için hiçbir şey ifade etmiyormuş gibi göründüm. Tek yapmak istediğim ağlamaktı oysaki. En azından burada dürüst olmam gerek kendime, ailemi, arkadaşlarımı, dostlarımı geçtim, ben yine en çok ve hep onu özleyeceğim galiba. İşte bunu söyleyemedim. Her zamanki gibi, işler zorlaştığında, fazla karmaşıklaştığında, fazla duygusallaştığında, içimdeki güçlü burculardan birini seçtim, onu oynadım. Kendimden sırf bunun için bile nefret edebilirim.

Ama etmiyorum. Yapmak zorunda olduğum şeyi yaptım. Kafam rahat en azından. Bazen, her şey olacağına varır demekten başka çarem kalmıyor. Hayat kendi kendine seçenekler yaratmana izin vermeyebiliyor.

Son kalan iki ödevimi de bugün çabukça halledip üç gün sonra gidiyorum. Zaman benim için dursun bakalım. Dönünce, yeniden başlayacak nasılsa her şey. Dönünce yine aynı kararsızlıklar, takıntılar ve bunalımlar karşılayacak beni ilk olarak. Hep öyle olmadı mı şimdiye kadar? Ben hep ben, hayat hep aynı hayat. Nothing ever changes.

10 Haziran 2010 Perşembe

lucky.

Her gece yarın daha güzel bir gün olacak demekten yoruldum. Her günün bir önceki günle aynı hatta bazen daha kötü olmasından da. Elimden oturup ağlamaktan başka bir şey gelmemesinden nefret ediyorum.

8 Haziran 2010 Salı

resim.

Kalacağım yerden oda arkadaşıma kadar her şey belirli şu anda. Uçak biletine geri sayım yapıyorum. 7 gün kaldı, tam bir hafta. Sonra uzaklarda olacağım. Bir seneyi nasıl harcadığıma yanıyorum sadece, koca bir sene boyunca nereden nereye geldiğime bakıyorum, hayatımda neler olduğuna. Aslında hiçbir şey olmamış ama diğer yandan o kadar çok şey olabilirmiş ki, bu bile başlı başına bir olay.

Kendime çok kızıyorum aslında. Hem de o kadar çok kızıyorum ki... Söylemek istediklerimi hiç söyleyemiyorum insanlara, yapmak istediklerimi yapamıyorum. Hayat o kadar kısa ki... Birinci elden tecrübe ettim ben bunu bir de. Babamın ölebileceğini öğrendiğimde, annemi o kadar yıkılmış gördüğümde, galiba ilk kez o an öğrendim herkesin sonsuza dek yanında olamayacağını. Babam hastalığını atlattı, ama ben bu eylemsizlikten kurtulamadım. Hala doğru düzgün bir ilişkimiz yok. Uzağız birbirimize, ama bir yandan da hiç olmadığımız kadar yakınız, mesafeliyiz diyelim.

Düşünmeden edemiyorum, ben yokken birisine bir şey olsa... Allah korusun tabii de, dünya hali bu, diyelim oldu. Herkese söyleyemediğim o kadar çok şey var ki... En çok da seni seviyorum diyemiyorum ben. Anneme, babama, kardeşime, en yakın arkadaşlarıma, sevdiğim kişiye, köpeğime, odama, dünyaya... Herkesi, her şeyi garantide kabul ediyorum, öyle olmadıklarını çok ama çok iyi bilsem de. Bu aptallığım, aptallığımız, beni delirtiyor bazen.

Hayatın bu kadar karmaşık olmadığı günleri özlüyorum ben. En büyük korkumun annemin atariyi bozduğumu anlaması olduğu günlere. Saklambaçta fasulyeden oynatılmanın benim için dünyanın sonu olduğu günlere. Ama buraya da değil, yazlığa dönmek istiyorum. Oradaki çocukluğuma. Buradaki uslu kız geçmişimin aksine oradaki kural tanımaz burcu olmak istiyorum. Her gün yeni bir macera yaşarken, zamanın geçtiğini, evimi ve kendimi bile unutmak istiyorum yeniden. Belki o zaman ben biraz dinlenirim. Belki o zaman ben her gece ağlamam.

Elimde resimler var, hiç tanımadığım ve tanıyamayacağım insanların resimleri. Altmış yetmiş yıl önce çekilmiş siyah beyaz fotoğraflar. Bir zamanlar yaşamış, aynı oksijeni solumuş insanlar. Belli ki birilerine bir şeyler ifade etmişler, belli ki sevip sevilmişler. Ne oldu acaba sonra hayatlarında? O kadar ölüm gerçeğini yüzüme vuran bir şey ki onların fotoğraflarını bir sahaftan elli kuruşa satın alabilmek. Nasıl oraya geldi o fotoğraflar? Kim gözden çıkardı onları sonunda? Ben onlara ne kadar hikayeler yazsam da kafamdan, ne kadar merak etsem de, unutulmuş sayılırlar mı? Hayat ne korkunç bir şey. İnsanlar ne korkunç. Aynı zamanda ne kadar da korkaklar...

Yeni Türkü dinliyorum, Resim. Elimdeki fotoğraflara bakıyorum. Düşünüyorum. Tek yaptığım o zaten. Olanları, olacakları, olabilecekleri düşünüyorum. Başım ağrıyor. Düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum.

6 Haziran 2010 Pazar

head hurts.

Sadece gözlerimi kapamak istiyorum şu an, bilgisayarın sesini kulaklarım zonklamaya başlayana kadar açayım, ne kadar hard rock, metal türünde şarkı varsa üst üste dinleyeyim. Beynimdeki uğultuyu anca böyle susturabiliyorum çünkü bu gece. Gitarlar cozurdadıkça kendi düşüncelerimi duymaz oluyorum, her sert bateri darbesinde beynim uyuşuyor, acıyan yerler hissetmemeye başlıyor.

Çok gürültülü kafamın içi. Fazla konuşuyor bu ara içimdeki burcular, kendi kendimi yiyip bitiriyorum. Gitme korkusu, gitme korkusundan kaynaklanan gidememe, hep kalma korkusu, arkamda bıraktıklarımın ben yanlarında olmasam da normal hayatlarına devam edeceklerini bilmem, bazılarının gideceğimi bile bilmemeleri, artık benim de söyleme ihtiyacı duymamam... Çok yakın bildiğin, hissettiğin kişilerle yıllardır iki çift kelime etmemiş olmak. Başlarda onlarsız yapamazken, şimdi onları hiç mi hiç hatırına getirmemek. Kendinin de diğer insanlar için benzer bir pozisyonda olduğunu bilmek.

Kimse vazgeçilmez değil. Kimse eşsiz, tek, yüce değil. Herkesin yerine başkası gelebiliyor. Aynı olmuyor tabi, bazılarının yeri çok zor doluyor, bazen hiç dolmuyor, ama o boşluk git gide daha az hissediliyor. Merak ediyorum, insanların hayatında yerim ne. Kimin gözünde gerçekten bir anlamım var, kim bana gerçekten değer veriyor. Öğrenmekten korkuyorum aslında bunun cevabını. Gidip döndüğümde istemediğim cevaplarla yüz yüze gelmekten korkuyorum.

Sürekli başım ağrıyor. Geceleri uyuyabiliyorum bu ara, üstelik sınavlarım da bitti. Buna rağmen her sabah deli bir baş ağrısıyla uyanıyorum sanki kafamı bütün gece duvarlara vurmuşum gibi. Belki de vuruyorumdur, kim bilir? Ama kafamın içinden çıkamadığım bir gerçek. Tıkıldım kaldım kendi sınırlarım içinde, kenardan köşeden zorluyorum, genişlemiyor. Başım ağrıyor. Başım çok ama çok ağrıyor.

5 Haziran 2010 Cumartesi

"Bildiğim her şey anlamsızlaştı, inançlarım enkaz altında. Sıradan bir gün, sıradan bir kız. Hayatında şimdiye kadar gerçekleşmiş en büyük değişim nasıl olur da bu kadar sessizce gelebilir? Belki de sadece o güne özgü değildi olanlar, herkes gibi ben de biliyordum uzun zamandır yaklaşmakta olan bir şey olduğunu. Büyük bir şey. Acı verici bir şey. Mutlu eden bir şey. Aşık eden, delirten, öldüren ve yaşatan, can sıkıntısına yol açan, söz dinlemeyen, mazeret kabul etmeyen bir şey. Yeni bir bilinç hali belki, belki de sadece bir tür bunalım. Sonunu göremediğim, zaman zaman beni dehşete düşüren, zaman zaman şaşırtan bir şey. Yeni bir sayfa, yeni bir dönem, yeni bir yaşam." - '08.

"Zor. Çok zor. Uyuyup uyanmak gerek şimdi.
Karakaygı sarmış dört bir yanımı, sabahlarımı
Karanlıkta boğulmaktan yoruldum her gece.
Zor. Çok zor. Nefes almak gerek şimdi.
Bal sarısı zaman boğazımda düğümlenir, geçmez
Geceler çıkmaz sokaklar gibi uzar, gitmez.
Zor. Çok zor. Mutlu görünmek gerek şimdi.
Gözlerimin altı mosmor uykusuzluktan
İnsanlar sorar, sorular acıtır, yorar beni
Zor. Çok zor.Yalan söylemek zamanı şimdi." - Şubat '10

"They closed their eyes in fear
Afraid their blind eyes would tear" - '09

Daha da var buraya ekleyeceğim yazı. Şu anda dünyam başıma yıkıldı desem yeri bir durum yaşamakta olduğumdan, yazamayacağım ama yakında eklerim onları da. Az önce göğsümün kaşınmasından huylanıp aynaya baktım ve sol göğsümün altında kocaman kan toplamış bir nokta ve etrafında hafif bir şişlik keşfettim. Ne ola ki? Umarım birkaç güne geçecek bir diğer sivilce türü bişidir. Aklım en kötüsüne gitmedi desem yalan olur. Ellerim titredi korkudan, soğuk terler döktüm bir anda. Ne garip değil mi, yaşamın ne önemi var derken, ölümü geçtim, ciddi bir hastalık bile nasıl korkutuyor insanı. İçgüdü mü bu, toplumsal şartlanma mı ne?

Bugün ben yeniden başlamaya karar verdim. En baştan, yeniden, yavaş yavaş. İlk adım olarak konuşmalarımızı sildim bilgisayarımdan, sonra bütün yer imlerimi temizledim, her yazdığım harfte onunla ilgili bir site atlamasın önüme diye. Sonra onunla ilgili yazdıklarımı yırttım attım. Aslında, son 2-3 yıldır yazdığım her şeyi yırttım attım. Bütün o fictionlar gitti, yok artık elimde. 3 defter dolusu hikaye minicik parçalara bölündü, atıldı.Yaşadığım rahatlamayı anlatabilmem mümkün değil. Üzerimden bir yük kalktı sanki, beni hep geriye çeken bir ağırlıktan kurtuldum. Bir tek maillerini silemedim. Hem istiyorum silmeyi aslında, hem de istemiyorum. Son kez yazdım bugün confess'e de. Yeter artık dedim kendime ben bugün. Yeter. Yeni bir yerde, uzak bir yerde, en baştan başlamak lazım şimdi. Giderken onu da götüremem yanımda, yapamam. Uzaklaşmam, odaklanmam, kafamı toplamam lazım. Yeni sayfalarda yeni hikayeler yazmam lazım. Metafor değil bu dediğim. Gerçekten yeni konular lazım bana. Geliştirmem lazım kendimi. Kararlar vermem.

İlk kararımı da verdim işte bugün. işime yaramayan her şeyi attım yine. Sonra oturdum bütün odamı topladım. Hayatımı düzene koydum. Bitirdim galiba. En azından bitirmek istediğimi biliyorum. O da bişi.

4 Haziran 2010 Cuma

çantalar aleminde yalnız bir sap.

Hani ona rast gelmesem, ya da ne bileyim tam da kendimi onu aylarca görmeyip unutmaya programlamışken o bana bir şey yazmasa... Her şey çok daha güzel olabilirdi. Gönderdiğim şarkıları sevmesin mesela. Sevince başkalarıyla paylaşmasın. Severse içinde sevsin o da benim gibi. Ben göndermeden, onunla paylaşmadan duramıyorsam, o beni durdursun. İstemiyorum gönderme desin. Zevkine s.çayım senin desin, ama tabii ki benden kat kat daha kibar sözleriyle her zamanki gibi. Ya da bırak bana küfretsin, ana avrat düz gitsin. Kötü davransın bana, bile bile acıtsın canımı, dalga geçsin benimle, arkamdan konuşsun, dedikodumu yapsın.

Ben düşünmeden duramıyorum, unutamıyorum, o bana kendini unuttursun, olmaz mı?

Keşke ona veda edebilme şansım olsa. Uzun uzun sarılsak. Tenimde onun sıcaklığı, içimde onun nefesiyle gitsem. Keşke beni özlese. Keşke beni sevse.

R.E.M. dinliyorum. Shiny Happy People. Defalarca TS Eliott okuyorum, Prufrock. Maskelerimiz, mükemmel yalanlarımız, dünyanın en sahte mutlulukları ve sevgileriyle parlak mutlu insancıklarız, evet. Bize acı verirken yabancılaşmamız, herkesle aynıyız, herkes yabancılaşmış çünkü. Aniden değişen müziklere anında uyum sağlıyoruz. Geceleri gizli gizli ağlayıp - bazen onu bile beceremeyip, gündüzleri cesur yeni bir güne başlıyoruz.

Ya korkaksan?

O zaman benim gibi arada kalıyorsun. Ya dünyanın en başarılı oyunculuk performanslarından birine imza atıyorsun... ya da deyip ikinci bir seçenek vermek isterdim ama ben de bilmiyorum henüz o seçeneği. Henüz beceremiyorum sıyrılmayı, oynamamayı. Kendimi tanıyamıyorum.

Garip bir şekilde o bana eski beni hatırlatıyor. Eski derken, çok ama çok eski. Ta anaokulu, ilkokul zamanlarındaki burcu. O zamanlardan en çok hatırladığım şey, duygular. Anlık karabasanlar. Anlık mutluluklar. Çekingenliğim, bir türlü konuşmayı beceremeyişim, hiçbir zaman kendimi yeterli hissetmeyişim, korkularım. Her şeyi sevgiyle görmem ve en ufak şeylere şaşırmalarım.

İnsan kendini en çok kaybettiğinde buluyor.

1 Haziran 2010 Salı

aynalar.

Ona, her baktığım yerde seni görüyorum, delirttin sonunda beni, demek isterdim. Nasıl da aklımdan bir dakika bile çıkmak bilmediğini, hala deli gibi rüyalarıma girdiğini anlata-bilmek. Benim sorunum bazı şeyleri bilmek. Biliyorum, bu tek taraflı bişi. Biliyorum, çok yakında gidiyorum. Biliyorum, başkasını hiç böyle sevmemiştim ben. Sadece biliyorum. Ignorance is bliss derler ya... Onu tanımadan, bilmeden önce mutluydum ben. Mutlu değildim de, sadece hiçbir şey hissetmiyordum. Ama canım da yanmıyordu en azından.

Ne zormuş büyümek. Ne zormuş bütün gücünle büyümeye karşı çıkmak. Ne zormuş hissetmek ve yaşamak.