30 Mayıs 2010 Pazar

Sorunsallar Haritası.

Bugün sırf sevdiğim bir kitabın zihnimdeki kalıntılarına ihanet etmemek için filmini izlememeyi tercih ettim. Anayurt Oteli'nden bahsediyorum yine. İşim falan çıktı bahane, istesem sıyrılırdım o işlerden bir şekilde elbette. Ama içim elvermedi, o yalnızlığın hakkını veremez gibi geldi film bana. Gitmedim ben de. Belki büyük hata ettim, bir daha nerede bulacağım bilinmez ama, oldu işte bir kere.

Hayatım hep böyle benim. Hayallerim ve tasarılarım gerçekleşmedikleri zaman beni daha çok mutlu edebiliyorlar. Platonik aşk hesabı. Hayatı platonik yaşıyorum bazen, fazlasıyla. Çektiğim acıyı seviyorum bir şeyleri özlerken, kavuşmanın hayalini kurarken.

Ama bir yandan da gitgide daha yalnızlaşıyorum. Yalnızlaşmak ve yabancılaşmak artık kanıksadığım şeyler olsa da, işte o kanıksama durumunun kendisi beni bazen rahatsız ediyor. Bir de isyan edesim geliyor o uyuşuk vurdumduymazlıktan sıyrıldığım anlarda. Loneliness be over, when will this loneliness be over?! diye haykırasım geliyor.

Muse'un Map of the Problematique dünyanın en güzel güftesine sahip şarkılardan biri değil mi?

Gitmek kırık kalplere iyi gelir mi?

Ben yokken acaba beni az da olsa özler mi, düşünür mü? Yazın birini bulur mu sevebileceği? Bir erkek?

Sorular, sorular, sorular.
Delirmemek işten değil.

25 Mayıs 2010 Salı

depresif kitaplar evreni.

Başlamadan önce not: Biri okuyacağından değil de, ilerde okuyup da ben ne demişim yok artık dememek için, bir çeşit açıklama yapmam gerek burada. Yapın demiyorum, bak ben de yapmıyorum, belki de yapamıyorum. Bu girdiyi daha çok bir kitabı çok sevmeme neyin engel olduğunu bulmak için yazıyorum. Sonuçta o kitaba yazarın verdiği anlamın yanı sıra, benim de kendi yüklediğim anlamlar var. Mantıklı, ama mantıksız, bu girdi depresyon nedeniyle girilmiş bir girdi değildir. Yakın bir zamanda benden kurtuluş yoktur. Mevzu bahis edilen roman Anayurt Oteli'dir.

"(Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak? Yoksa bilinçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?)" (s.108)


Bir roman boyunca ana karakterin yalnızlığından bahset. Anayurt Oteli gibi boğucu, inanılmaz bir mekan yarat. Sonra da git, son sayfada, kitabın bitmesine birkaç satır kala kendi hayat görüşünü bu şekilde araya sok. Yusuf Atılgan'ın herhangi bir romanını, hatta herhangi bir yazarın, şairin herhangi bir eserini eleştirebilecek yetkinlikte olduğumu düşünmüyorum. Ama kendi hayat görüşüm doğrultusunda neden bir kitabı sevemediğimi, neden bir cümlenin beni o kadar rahatsız ettiğini anlatabilirim herhalde.


Aylak Adam'da da vardı. Yusuf Atılgan karakterlerine düşünce akışı yaptırdığı gibi, kendi düşüncelerini ve yorumlarını da parantezler içinde yazdıklarına ekleyen bir yazar zaman zaman. Stiline bir şey dediğim yok zaten, ben bu şekilde tanıdım ve sevdim yazdıklarını. Ama bu sefer yazdıkları hem o ana kadar getirdiği, geliştirdiği durumlara (bence) ters ve son anda yanlış anlaşılmaktan korkan bir yazar portresi çizdi gözümde.


Bir iş düşünün. Her gün sizden bir dolu şey yapmanız isteniyor, ama karşılığında ya çok ama çok az bir para ödeniyor ya da hiçbir ödeme almıyorsunuz. Şimdi tutup da buna hayatı işle nasıl karşılaştırırsın, elma armut gibi farklı şeyler bunlar diye karşı çıkanlar olacaktır tabii ki. Kendimizi biraz fazla ciddiye almıyor muyuz diyorum ben de buna karşılık. Dünya üzerinde milyarlarca insan şu anda yaşıyor. Dünyada bu şekilde kim bilir kaç kuşak yaşadı. Sonuçta senin, benim hayatımı da değerli kılan hiçbir şey yok aslında. Çiçek koparırken düşünüyor musun bir hayatı sonlandırdım diye? Hayır. Neden? Çünkü etrafta daha bir dolu çiçek var. İnsanların farkı ne? Ha biz de insanız tabii, bize bir başkasından benzer bir davranış gelmesin diye korkuyor olabiliriz, ona bir şey diyemem. Ama en azından dürüst ol, ben bu nedenle iyi davranıyorum insanlara de. Bir de bana kendine neden iyi davranmaya devam ettiğini açıkla lütfen.


İnancı kuvvetli olanlar en azından intihar çok büyük günah diye haklı çıkarıyorlar kendilerini. Şimdi şöyle düşünelim bir de, bu az önce bahsettiğim iş yerinin bir patronu var ve siz onu şimdiye kadar hiç görmediniz. Sadece küçük müdürlerden biri size onun emirlerini getiriyor. Patron diyor ki- diyor müdür, eğer çalışırsan, hem de çok çalışırsan, eninde sonunda paranı ödeyeceğiz. Ama yok istifa edeceğim, dayanamıyorum dersen, eski işlerinin de parasını ödemeyiz, gözünün yaşına bakmayız. Dediğim gibi, inanç meselesi, karışmam, isteyen istediğine inansın, güzel canın istiyorsa git kola kutusuna tapın, ama ben bazen düşünürken bu şekilde görmekten alıkoyamıyorum hayatı. 


Ha küçük şeyler bana yetiyor dersen yine eyvallah. Bana da yetiyor çoğu zaman. Ama bu yetme durumu büyük ölçüde sonrasında ne olacağını bilmememden ve korkumdan kaynaklanıyor, onu da biliyorum. Bunu kabul da edebiliyorum en azından. Şimdi romana geri dönelim. Zebercet, yalnız. Çok ama çok yalnız. Kendine ait bir hayatı yok, olmamış, boğulduğunu hissediyor, birilerini sevmeyi arzuluyor, ama -tekrar edeceğim- çok ama çok yalnız. Adamın bütün ailesi bir trajedi yumağı içinde dolanmış bitmiş zaten. Dayanamayacağına karar verip intiharı seçiyor. Burada hala "olağanüstü yaşam armağanı" diyemiyorum ben. Sadece nefes alabiliyor, düşünebiliyor olmak bana yeterli gelmedi, gelemiyor. Yaşamakta o kadar olağanüstü bir şey yok. Hayvanlar da bitkiler de yaşıyor, gereksiz bir böbürlenmemiz var bu konuda. O bir cümle olmasa ben bu romanı çok sevebilirdim. O bir cümle olmasa, yaşasın Zebercet ve seçme özgürlüğü diyebilirdim. Ama yazar orada bir şekilde Zebercet'in yanlış bir şey yaptığını ima edince sevemedim işte.


Yanlış ve doğru yok çünkü böyle bir konuda. Belki bu girdiyi yazmamın nedeni son dönemlerde üst üste okuduğum her şeyin bu konuda bir şeyler düşündürtmüş olmasıdır bana. Doris Lessing'in The Room Nineteen isimli hikâyesi mesela. En azından orada yorum yok, mutlu son mu, yoksa mutsuz son mu okuyucuya bırakılmış. Dedim ya stil meselesi, yazarın yorumunu katmasında bence bir sakınca yoktur hiçbir zaman, zaten ne kadar objektif olabilir ki yarattığı karakterlere yaşattıklarında bir yazar? Ama böylesine önemli, bir bakıma bütün roman boyunca beklentisi yaratılmış ve tırmandırılmış bir anı bu şekilde tam tersine yorumlamak bence iyi olmamış. Kötü olmuş diyemeyeceğim, çünkü kitap hala bence çok güzel. Sadece kitabın geri kalanıyla aynı güzellikte bir seçim olmamış diyebilirim gibi geliyor.


İşte öyle. Başta dedim ya, yapın demiyorum, benim gibi düşünün de demiyorum. Yalnızca merak ediyorum, hayatının öyle bir noktasına gelmişsindir ki, artık bir neden bulamıyorsundur, ya da bulduğun her nedeni çok rahat çürütebiliyorsundur. İşte o durumdan nasıl çıkılır? Ya da çıkılır mı? Tamamen duygusal sebeplerde belki de kurtuluş, buna kurtuluş demek ne kadar doğru bilemesem de. Toplum tarafından dayatılan mantıklı seçimler yapma zorunluluğu zaten bizi deliliğe sürükleyip asıl mantıktan uzaklaştıran. Yani asıl çözüm hayattan kurtulmak mı, yoksa hayattan kurtulma isteğinden kurtulmak mı? Benim kafam işte tam da burada karışıyor. 

23 Mayıs 2010 Pazar

that's all folks.

Folk müzik pek sevmem, dinlemem değil ama, öncelikle tercih ettiğim bir tür de değildir kendisi. Ha çok sevdiğim folk grupları vardır evet ama hiç bilmediğim bir grubun albümünü indireceksem, seçeceğim grubun folk olması bende bir tedirginlik yaratır çoğu zaman - bir çeşit indirdiğin indie albümün ergen rock yapıyor olması riski gibi bişi hissettiğim.

Bu ara yalnız dikkatimi çekti, lezbiyen-folk diye bişi var. Valla bak, adına öyle demiyorlar açık açık ama bu aralar folk müzik yapan lezbiyen ablalarda bir artış var, ve ben genel olarak bunların müziklerine hastayım. En bilindik, en eskilerinden tut, bir kd lang olsun, Melissa Etheridge olsun, ne bileyim bir Indigo Girls olsun, en yenilerine kadar, mesela Brandi Carlile gibi. Bana da folk sevdirdiniz ya ne diyeyim. En son bu güruha Chris Pureka isimli abla katıldı. Mütemadiyen dinliyorum. Burning Bridges şarkısı hem "this is a story of understanding you can't choose who you love" hem de some fantasies are never meant to be realized at all" sözleriyle çaldı önce kalbimi. Sonra zaten devamı bıçağı kanırta kanırta deşti, öldürdü.

"this is a story of loaded glances
and leaning in too far
this is a story of vague advances
and confessions in smoky bars
so now I am walking down the sidewalk
and I am singing to myself
and I'm going to leave it all behind me now
'cause I don't need this,
I just don't need this

and you can't..."


Bir de ne derseniz deyin, lgbt grubu çok sağlam müzikler yapıyor. Kadın cinsinden gidersek, The Organ mesela, dağılmış olsalar da, yapmış oldukları tek albüm, pek çok grubun bütün diskografisini döver. kd lang, keza, sadece Ingenue albümü yeter. Hatmedilecek, yenilecek, içilecek, acınılacak albümdür o. Sonra yeni favorilerden Sia var, Breathe Me ile Soon We'll Be Found der, bir de bonus olarak Numb'ı eklerim. Bir de bu ablalar beni anlıyor işte. Bu kadar basit. Seslerinde bir acı var. Söyleyebilsem, şarkı yazabilsem, az bir şey yeteneğim olsa yapacağım müziği yapıyorlar.

Söylemem odur ki, nasıl edebiyatta bir gay erkek yazar üstünlüğü vardır - var, bakman lazım görmek için sadece, o kadar kolay - son yıllarda da müzikte gay kadın üstünlüğü var.

27 Haziranda'da da Chicago'da Pride Parade varmış. Ne dersin Coni? Yapalım mı bi delilik?

22 Mayıs 2010 Cumartesi

çünkü aylak olmak zor işti.

Edebiyat hocaları der durur ya, en azından bana derlerdi, kısa cümleler kurun diye. Bugün o sözün doğruluğunu anladım aslında biraz. Uygulaması zor gelse de bana, virgül bağımlısı olsam da, Aylak Adam'ı okuduktan sonra öyle yalın, az ama vurucu yazabilmek istedim.

"Güçtü, ama yılmıyordu. Bir cümle üzerinde saatlerce durmak vardı: Kafasına yürüyenlerden birini seçmenin sorumluluğu vardı. Kelimelerin yetersizliğini öğreniyordu." (s.42) demiş Yusuf Atılgan. Ne haklı. Yazamadığım, o sayfalarca aradığım ama bulamadığım kelime için gelsin bu. Ve bana, o kelime oralarda bir yerde, ve birgün sen onu bulacaksın diyen kişiye. O da bulacak bence, bunu yazdığımı hiç bilmeyecek olsa da.


"Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?" (s.74) Aynı mı bilemesem de, benzer bir dil konuştuğum insanlarla susmaya karar verince, içimde bir şeyler kırılıyor bazen. İnsanlar arasında iletişebilmek için kendimi paralarken mi yoksa kendimi çekip aldığımda mı daha yalnızım bilemiyorum. "Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?" (s.39) Kendime benzer dertleri olan insanları gördükçe, rahat eli paketli insanların aslında var olmadığını düşünmeye başlıyorum. Hepimiz düşmüşüz bir ağın içine debelenip duruyoruz kendimizi kurtarmak için. Ama var o insanlar. Onu da biliyorum. Dışarı adım attığım anda onlarcasıyla çevriliyorum. Galiba ben artık onları insandan sayamıyorum.

Hadi bunları geçtim, "Çekinme, dedi, sen görmediğin zaman başkaları da seni görmez." (s.83) benim, rezil olmak diye bir şey tanım olarak mümkün değildir, tezime çok feci uymuyor mu? Ya da beni geçelim, şu diyalog mesela, tutamak meselesi, Tutunamayanlar'ı getirmiyor mu insanın aklına anında?

"-Ben çoğu geceler içiyorum, dedi. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki de kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burda gülerler. Böylesi az içer. Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından...
-Ya içmediğin zamanlar?
-O zaman ararım.
-Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap...
-Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
-Anlamadım.
-Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, "- Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur," demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!" (s.152-3)

Varoluşsal aşkın en basit tanımlarından birini yapmış resmen adam yıllar önce. Bir çeşit Murphy'nin kanunları çeşitlemesi yaşatmış C.'ye, "Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?" (s.11) Hep geç kalan, hep yanlış zamanlarda yanlış yerlerde olan C. İnatla arayan kovalayan C.

Ama en çok da şu son iki alıntıda bitirdi beni bu kitap. Zaten resmen görerek ve duyarak okudum. Nasıl oldu anlamadım, kafam kazana dönmüşken, aynı anda 3-4 şeyi düşünürken nasıl okuyabildim ben de bilmiyorum, ama özlemişim. Hatta karakterlerden birini rüyamda bile gördüm, ah Ayşe ah, bunlar benim içimden koparak beynimde yankılanıp duruyorlar sabahtan beri.


"'Neden? Neden böylesiniz?' Olanla yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada yalnızdı." (s.156)

"Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı." (s.159) 

Bu kadar uzun uzun, ve kimsenin okumayacağını bile bile alıntılı yazdım ama, kısaca yazsaydım bu blog tek cümlelik olurdu heralde:

Biz çok yalnızız. ("Bu 'biz' dediği daha çok 'ben' değil mi? 'Ben, benim, bana, beni!' Herkes 'Ben'." [s.102])

21 Mayıs 2010 Cuma

boşver.

Bi şarkı var ya hani boşvermişim, boşvermişim diye gidiyor, içimde sürekli o şarkı çalıyor bugün. Sabah el102'de beklemediğim ufak bit notsal zaferden sonra - çok yüksek notlarda gözüm yok ama sevdiğim hocalar bana yüksek not verince seviniyorum, tamamen duygusal bir olay - çıktım dilkoya geçtim.

Konuşma süperdi, çıkışta iki küçümen tarafından yakalandım, soru yağmuruna tutuldum falan, ilgiliydiler, pek bi şekerdiler, dershanedekiler bize çiçek bilem verdi. Teknik sorunlar nedenşyle onuşmaya ilk ben başlamak zorunda kaldım ve tam kıvamına gelmeye başlamışken kafamı kaldırıp baktığımda ismail hocayı görmek de ayrı bir şoktu. Burada değil demişlerdi oysaki. Gözgöze geldik, gülümsedi, resmen heyecan yaptım. Hayatımda o kadar sevdiğim ve saydığım bir hoca, belki bir dönem burcu hoca yaklaşmıştır o mertebeye ama ismail hocanın bana öğrettikleriyle karşılaştırılamaz bile. Öyle işte blog, fena gün değildi yahu. Sabahtan beri bir huzur var üzerimde, kayış koptu bende tamamen, artık hiçbir şey takamıyorum.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

zamane yazı.

Ailecek bir Alman potansiyelimiz var ki sorma feciyiz. Fazla yanık fotoğraflarımda zaten Almancı modundayım, onu geçtim, artık annem öğlen yemeğinden önce bira servisi yapıyor bana. Düşün, kahvaltı ediyorsun, kahvaltı dediysem cornflakes, üzerine bira. Önceki hayatımızda Almandık bence. Evet, kesin.

Zorunlu saçmalamamı yarıda kesip, asıl durum ve sorunlara gelmek istiyorum hemen (bkz. he-man'in totoloji olması sorunsalı). Ciddi ciddi peypırı yazmayıp dersi de bırakasım var. Çok kötü çooook. Son zamanlarda üst üste gelen ödev yap, sınava çalış, ödev yap, sınava çalış, ödev yap, ödev ödev ÖDEV! baskısından sonra zaten sene sonunun yaklaşmasıyla teklemeye başlayan bünyem durdu. Artık teklemiyor bile. Resmen durdu. Öyle mal mal bakıyor önünde duran yığınla kaynağa ve boş word sayfasına. Ve her zamanki gibi bu gerginliği atabilmek anca bir şeyler yazarak olabiliyor.

Yazamadığım bir şeyin stresini başka bir şey yazarak atabilmemi ben bile anlayamıyorum. Cidden. Hadi bu dönem bir şekilde bitti ve ben bir şekilde Amerika'ya gittim döndüm diyelim. Yine kolaylaşmayacak ki işler. Yine acı hep acı. Of. Aklıma her konuda İsmail Hoca'nın o sözü geliyor, bu yaşlarda yapmazsanız bir daha hiç yapamazsınız. Öss bağlamında demişti o ama yine de sayılır bence. Çok kötü davranmakta olduğum vücudum bile inatla dayanıyor pek bir arıza çıkarmadan, tamam migrenim var artık mesela, ya da ülser başlangıcına doğru son hız sürüklenmekteyim, çeşitli yemekleri binbir çeşit ağrı çekmeden yiyemez oldum ama en belirgin bi sivilcelerim var o kadar. Şimdiye bu yorgunlukla, yeri geldiğinde bir iki saatlik uykularımla ölmem lazımdı. Ölmedim. Ve pek tabiki elden ne gelir, can bedenden çıkmayınca.

İşte bu da böyle bir gençlik ve spor bayramı. Tatil olsun da ödev yapalım dediğim bir haftada, peypır sporuyla kutluyorum gençliğimi. Bu işte bir hassiktir, bir ama neden var. 

Ah şu hafta bir bitse, hatta nasılsa bir şey olacağı yok, ah şu dönem tamamen bir bitse de siktirip gitsem buralardan. Evet küfredesim var, hem de çok. Bir de bağırıp çağırasım, ağlayasım var. Hayatımda düzgün giden bir şey göster de böyle hissetmeyeyim. Öyle ortada elim kolum bağlı bakınıyorum etrafımdaki her şey bir girdap gibi dönerken. Elimi hava akımına sokup girdaba katılmaktan korkuyorum.

Ama çok pis metafor yapmaktan, hayır asla korkmuyorum.

Zaman aynı anda hem çok yavaş hem de çok hızlı geçiyor. Nerde gördüğümü, okuduğumu hatırlamıyorum, nerde konuştuğumuzu ya da. Ama şöyle bir şey kalmış aklımda, zaman kavramı modern ve eski zamanlarda birbirinden nasıl farklıymış. Zamanı ölçmek, kendi kendimizi kısıtlamak sadece biz (kendini) modern (sanan) insanlara özgü. Garip. Eskiden zaman daha birleşik, iç içe geçmiş bir kavram, dün bugün yarın yok. Şu anda ise nanosaliselere kadar bölmüş durumdayız o kadar obsesif ve acınası mahluklarız işte. Benzer bişi de ekonomide kapitalizmin dünyaya hediyesi olarak demişti hoca, insanların normal bir işi yaparken ne kadar zaman harcadıklarını obsesif bir şekilde zaman tutarak ölçmek.

Modern çağın hastalığı da bu olsa gerek, her şeyi ve herkesi ölçmek. Zamanı ölçüyoruz, ama hiçbir yere yetişemiyoruz. Yetişemedikçe daha detaylı bir şekilde ölçmenin yollarını bulup, yine yetişemiyoruz. Hızımızı ölçüyoruz, gideceğimiz yerlere hep daha geç varıyoruz. Ağırlığımızı ölçüyoruz, gitgide obezleşiyoruz. Eşyaların değerini ölçüyoruz (sanki ölçülebilirmiş gibi) ama gitgide daha çok tüketiyoruz. Karşı olduğumdan değil, ama popülariteyi bile ölçüyoruz facebook, twitter vs. sağolsun. Arkadaş sayısını ölçelim çoğaltalım derken arkadaşlığı azaltıyoruz kavram olarak. Öyle şeyler işte, tıbbı geliştiriyoruz geliştirmesine ama gitgide daha da hastalaşıyoruz. Sorunumuz zihinsel çünkü, ruhsal. Çözemiyoruz. Kendi içimizde dolanıp takılıp düşüyoruz bir yere gelince. 

Ben neredeyse hiçbir şey bilmediğimi bilen bir mahlukat olarak en azından hayatımı böyle yaşamak istemediğimi biliyorum. O kadar eminim ki kaptırırsam, rahat edeyim diye uyarsam bu ölçümlere, aslında şu bunalım ve sürekli sinir krizi hali geçecek. Ama bir yandan da öyle bir hayat olmaz olsun diyorum. Kapılırsam, geri çıkamam, büyürüm diye korkuyorum. Ben canım istediğinde oturup saatlerce aynı şarkıyı dinlemek istiyorum, ertesi gün sınavım olsa bile. Ya da yazılması gereken sayfalarca peypır varken, son haftasonumu dolu dolu, sevdiğim insanlarla gezerek, eğlenerek geçirmek istiyorum. Ölçe ölçe kısalmış zaten hayatım, bari elimdeki kısacık zamanı iyi geçireyim istiyorum. Çünkü geri gelmiyor zaman. Yaşın ne daha da bunu diyorsun deme, ya bana bir şeyler oldu, ya da zamana, o kadar hızlı olup bitiyor ki artık her şey, ben algılayana kadar üzerinden aylar yıllar geçmiş oluyor olan şeylerin. Ben anın içinde durmak istiyorum. Yavaşlamak istiyorum, inadına ağır vasıta modeli en sağdan gitmek. 

Hayatta bana dayatılan şeylerin haddi hesabı yok ki zaten. Ben de bazen diyorum ki işte, buyrun dayatın, buyrun emredin, ama yapmamı beklemeyin. En azından çabucak yapmamı beklemeyin. Benim zamanım ayrı, benim zamanım yavaş, benim zamanım bana ait, başka da kimseye değil. 

17 Mayıs 2010 Pazartesi

bitik.

Mükemmele yakın bir haftasonu. Sevdiğim insanlar, deli gibi yorulmamın her saniyesine değmesi. Ama yine de eksik olan şeyleri bana daha da şiddetli bir şekilde hissettirmesi. İnsan istediğine yaklaştıkça onu daha çok istiyor bazen, mevcut yakınlığı yetmiyor. Deprem gibi düşünülebilir. Merkez üssüne yaklaştıkça hissedilen şiddet artıyor, yıkıyor, kırıp geçiriyor.

Şebnem Ferah konseri vardı cumartesi. Bu sene ikinci Şebnem konserim, bu bir de m.'nin evlilikle ilgili laflarını hesaba katarsan kıyamet harbiden yakın olsa gerek. Ne güzel konserdi ama, ne güzel gözleri var kadının, ne güzel bakıyor. Artık eskisi gibi dinlemiyorum bile aslında. mp3'ümde bir şarkısı bile yok. Ama orada görünce hissettirdikleri... aşk ya. O kadar, aşk. Yanımda dünyada en sevdiğim insanlardan ikisi, okulumda sımsıcak bir mayıs gecesi. Hayat bazen güzel, hem de çok.

Ertesi sabah insanları uyandıramadan çıktım, geziye katıldım bu sefer. O cami senin bu kilise benim dolaş babam dolaş. O da güzeldi. Hatta zaman zaman, do I dare, yes, I do dare, daha bile güzeldi. Ama bugün, hem fiziken, hem de ruhen tükenmiş bulunmaktayım. Overload oldum. Ağlayasım, ama en çok da kaçasım var. Bir de, bunca haftanın boşa geçmiş olmasının verdiği... hayal kırıklığı, evet o işte. Neyse.

Bu hafta bir geçsin, öteki hafta da geçer zaten. Sonra tatil ve finaller. Sonra gidiş. Korkuyorum. Ama bir yandan da korkmuyorum. Kafayı yiyorum sadece. Bugünün dünden tek farkı, yarının bugün olmamasıydı.

13 Mayıs 2010 Perşembe

anlamak.

Birini anlamak, bir şeyi anlamak, bir olayı, bir hissi, bir acıyı, bir sorunu, bir insanı, bir... Her şeyi anlamak. Bazı şeylerin hiçbir zaman olamayacağını anlamak. Belki de olmaması gerektiğini, ama canının çok ama çok acıdığını anlamak.

Ve her şeyi bitirmeye karar vermek.

İşte bu kadar.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

the lights go out.

Işıklar yanar, ışıklar söner, günler geceleri, geceler günleri kovalar ama bazen zaman harbiden de bi halta yaramaz.

Çok kayboldum, korkuyorum.

Nasıl "çok" kaybolunur diye sorma, ben de bilmiyorum. Şarkı söylüyorum arada bir de.

Demişler ya şarkıda:
Kaybolursam şarkı söyle.

Ben söz dinlerim.

There is a light that always go out.
Fak.

Sigortalarım attı resmen onu görünce. Ne desem, nereye baksam, bakmasam mı bilemedim. Sadece özlemişim, hem de öyle çok özlemişim ki... Eve dönerken metrobüs durağında birini arkadan o sandım. Yarı yolda durdum, geri yürüdüm ve baktım, beynim o derece devre dışı kalmıştı.

Her şey aynı şekilde son hız geri mi geldi? Hayır. Belki daha az, belki daha çok şiddetli ama farklı olduğu kesin. Başka türlü bir şey olmuş bu, açıklayamıyorum.

Belki açıklamam da gerekmiyor.

Beni mutlu eden insanlar var hala. Onlarla vakit geçiriyorum sıklıkla. Bu aralar en çok duyduğum söz "nerelerdesin sen, seni hiç görmüyorum bu aralar". Bir şeyleri ya çok yanlış, ya da çok doğru yapıyorum, ancak zaman gösterecek hangisi olduğunu. Kimseye -istisnalar ve kaideler- gereğinden fazla bağlanmamaya, gereğinden fazla dayanmamaya çalışıyorum. İşe yarıyor da gerçi, kafam en azından bu konuda baya bir rahatladı.

Sonra, artık ödev yazmam gerek, ama yazamıyorum. Cidden, açık ve seçik bir şekilde yaz-a-mıyo-rum.

Yaz gelse de gitsem artık diyorum sık sık bir de. Birkaç zaman önce demiştim gerçi, ben aynı ben, sen aynı sen olduktan sonra, günler değişmiş, yerler değişmiş olsa ne yazar? Değişim tamamen mi ihtimal dışı peki? Sanmam, bilmem.

Öyle işte.

Işıklar söndü yine, demek ki sabah yakın.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Killer Echo.

"And I miss you!" she cried out in her head. The sound of her own voice tripled, hitting the walls of her brain, it echoed behind her eyes. "And I miss you!" It was the only thing she couldn't say out loud. She felt too noisy all of a sudden, her hands and feet went cold. Those four words kept on exploding inside her, each blow hurting a bit more. "And I miss you!" Like a gunfight in her mind, the bullets kept making holes in the old thick walls. More than anything, she was scared of this, the mere possibility of her walls coming down on her, burying her down to the ground, suffocating her like an endless nightmare, so dark and spooky.

So instead of saying it loud, she just watched her go again, like she always did.

(Bu yıl yazdığımdan eminim de, tarih atmamışım kağıda. Sadece kaybolmasın diye geçireyim dedim)

5 Mayıs 2010 Çarşamba

amaçsız entry.

İlhamımı, yazasımı kaybettim, hükümsüzdür. Erken yatıp erken kalkan, gündüzleri insanlarla okul dışında vakit geçirip sosyalleşen standart bir insan olma yolundayım.

"Daha gerçek yalanlarım doğrularından, o yüzden boğuluyoruz bir bardak suda fırtınadan. Zaman beni, ben zamanı öldürüyorken, tuttum nefesimi atmaya seni kalbimden... Ama o zaman da kalbim boşa dönüyor... Hep sana atan bir yürek nasıl inansın, bunca tesadüfler nasıl açıklansın?", demiş Teoman. 

Bir de şöyle demiş, yazmasam olmaz: "Niye külçe gibi kalpleri, kurumuş ağızları dilleri? Hepsi yorgun yaşamamaktan... Boşver anlamasınlar seni, ben anlarım bakışından, bilirim her hücreni. Nasıl görecekler seni sımsıkı kapalıyken kalpleri? Boşver, dişle kendi fünyeni, zaten bir gün her şey biter. Kabul edenler? Etmeyenler? Kabul edilmiştir."

Pekala...