23 Aralık 2007 Pazar

Boat on The River

Tuhaf bir ruh halindeyim bu aralar… Tek bir şarkıya takıldım, obsesifliğin sınırlarını zorlarcasına dinliyorum, ve her dinleyişte tuhaf bir huşuya varıyorum.…

Oh the river is deep/The river it touches my life like the waves on the sand/And all roads lead to tranquility base/Where the frown on my face disappears…

Denize özlem duyuyorum, yazın her akşam kıyısında oturduğum, şişemi şerefine kaldırdığım, ağladıktan sonra yüzümü yıkadığım, o tuzlu, sıcak, ve zaman zaman en az benim kadar öfkeli olan mavi kucağı özlüyorum, keşke diyorum, elimi uzattığımda dokunabilsem, çıplak ayaklarıma dalgalar değse, kum olsa içim dışım, annemi deli edercesine kum dolsa her yanım ve ben sakinleşsem yeniden orada, aitliğimi hissetsem…
Gitsem heralde özlemem buraları, tamam severim diyelim, Boğaz’ını, Galata’sını, Taksim’ini, sokaklarında büyüdüğüm Bakırköy’ü… Ortaköy’ün kumpirini, Sultanahmet’in ramazanını… ama peki ya, insanını, trafiğini, kirini ve kinini ne yapacaksınız? Bunların nesini özler ki insan? Ve o denizime kavuştuğum anda, kapkaranlık sulara bakarken kaybolup gittiğimde, soğuğu hissetmez olup, saatleri kaybettiğimde kumdan tepelerin arasında, sanmıyorum ki isteyeyim, geri dönmek, nefret edercesine sevdiğim bu kente…
Denizine bile sahip çıkamamış, çürütmüş, tüm pisliğini gömmüş bir kent ve karşılığında bu kadar yanyana olmasına rağmen lanetlenip denizine dokunamaz olan kent… Şimdi gelse bir kayık, alsa götürse beni, şartsız, karşılıksız, sadece uzaklara götürse…

Take me down to my boat on the river/I need to go down, with you let me go down/Take me back to my boat on the river/And I won’t cry out anymore

25 Kasım 2007 Pazar

Karmakarışık Bir Saçmalama

Yıllık yazmak, sınava hazırlanmak, testler, matematik fotoğraf da çektirmek lazım ama deneme var, nefret olsun demeden, hadi bebişim sabret... Offf, içim sıkılıyor resmen, patlayacak yer arıyorum derler ya aynen öyle, dikkatimi toplayamaz, belli bir uzunluktan sonra cümle kuramaz oldum, darılmak ve alınmayı birleştirip dalınmak yapan ben, bu kafayla öss denemeye de girerim, çok da verimli, ders çalışırım ya ya.... Etrafımdaki insanların gerginliği ban yansır oldu aynalıktan sünger moduna geçiş yaptım resmen, artık emiyorum ne varsa evde etrafıma öfke saçar oldum aman Tanrımmm... Yeni karar bu öfke durumu yaratıcılığa iyi geliyormuş, o zaman napıcaz? Tabi ki vur kendini Photoshop'a. Peki ya testler? Amaaan saat daha 6 çözeriz, aa bak bu da güzelmiş bir tane şyle yapmalı hem daha saat sekiz buçuk erken, sonunda bitti, becerebiliyorum galiba ben bu işi aaa bak saat de 10 olmuş artık yatalım... Peki ya testler?

30 Ekim 2007 Salı

Olasılıksız Saatler...

Bir kez daha haddinden fazla gerilim/polisiye tarzı kitap okuduğumun farkına vardım. Ve bu tarz kitapların bir yerden sonra her ne kadar ilginç karakterler içeriyor olsalar da, ne kadar korkunç ya da çözülemez davalarla ilgilenilse de, bir yerden sonra klişelerden kurtulamadığını görmüş oldum. Yanlış anlamayın okumakta olduğum kitap çok güzel yazılmış, bir an bile sıkmadan akıcı bir şekilde ilerliyor fakat kötü adamı daha kitapta ilk göründüğünde -ilk bölümlerde- tahmin ettiğiniz zaman olayın heyecanının da bir derece söndüğünü kabul etmek zorundayım... (İpucu: Eğer bir karakter kitap ya da seri boyunca haksız yere inanılmaz derecede kötüleniyorsa çok ama çok yararlı ve iyi bir kişi çıkacaktır. Tam ter si de geçerlidir. Bir karakter daha ilk andan itibaren mükemmele yakın, çok ama çok iyi bir insan olarak tanıtılıyorsa, o kötüdür. -İstisnalar kaideyi bozmaz..)
 
Neden mutlu insanlar anılarını yazmaz ki bu şekilde ve bu derecede yaygın olarak okunmazlar ki? Ben bir kez olsun, ne olursa olsun kahkaha atabilen, hayata pozitif bakan, mutlu bir insan portresi okumak istiyorum, ama Pollyanna gibi de değil, onunki saflığın ötesinde bir durumdu ve bir yerden sonra fazla abartılıydı, kıza sinir olmuştum... Böyle gerçek bir hikaye olsun, Tavuk Suyuna Çorba serisi gibi, acaba bu şekilde okunur mu? Gerçi üçüncü sayfa cinayetlerinin bile zevkle okunduğu, gündüz programlarının şiddetle dolu olduğu bir çağda biraz zor ama hayal etmek de benim hakkım... Mesela Hobbitler, ne güzel bir ırktı onlar, savaş zamanında bile espri yapabilen mutlu, neşeli, minik yaratıklar. Hobbit olmak varmış, ya da dünyamızda hobbitler de olmalıymış...Gerçi biz kesin onları da avlardık.
 
The future teaches you to be alone/The present to be afraid and cold/So if I can shoot rabbits, then I can shoot fascists/Bullets for your brain today, but we'll forget it all again/Monuments put from pen to paper, turns me into a gutless wonder/And if you tolerate this then your children will be next

24 Ekim 2007 Çarşamba

System Failure...

Kitap fuarı açılıyor, savulun!! Bu benim için ilginç bir olay, her sene kitap fuarı yaklaştığında, yaklaşık bir hafta falan kala, gereksiz bir heyecan dolar içime, ismini andığımda mutlu olurum, geceleri kitaplar rüyalarıma girer... Ama bir açıdan bu o kadar da mantıksız değil, yüzbinlerce kitap bir alanda... Cennet gibi ya! İnanın bıraksalar beni oraya yıllarca çıkmam okurum da okurum, ama açlığı nasıl hallederim onu bilmiyorum işte... Kağıt yemenin bünyeye bilinen bir yan etkisi var mı?

Kitap fuarının açıldığı gün aynı zamanda 2.ÖSS denemesi dersanemizde.. Hadi hayırlısı! :) Günlerdir matematik çalışıyorum artık devrelerim yandı, yakında kafam 360 derece dönmeye, dızzt bızzzt şeklinde sesler çıkarmaya başlayacağım ondan korkuyorum... Ve sonunda bir köşede donuk bir ifadeyle otururken alnımdan "System failure..." yazısı geçecek...