29 Nisan 2010 Perşembe

descartes yalan söylemiş.

This time baby, I'll be bulletproof. Ya ne kötü şeymiş kararsızlık ve buna bağlı eylemsizlik. Kendimi kum torbası gibi hissediyorum, ağır çekiyorum aşağıya doğru böyle az kalmış arzın merkezine seyahate geçmeye sanki. Depresyondan bir nebze kurtarabildim paçayı evet ama şu berbat his gitmiyor. Ben öyle mal mal oturdukça kötü bir şeyler olacakmış hissi geçmiyor. Felaket senaryosu tam, ben hiçbir şey yapmıyorum ve aslında tam da bu nedenle kötü şeyler olacakmış gibi. Suçlanabileceğim bir eylemim yok. Ellerimi havaya kaldırsam bile, "ben yapmadım!" diye bağırsam bile bir işe yarayacağını sanmıyorum. Beynimdeki ben-polisi  beni cezalandırır, hep yaptığı gibi, hiç şüphem yok. Düşünce suçlusuyum ben, sadece düşünüyorum. Düşünüyorum, bu nedenle yokum.

Alakasız bir ekleme olacak ama çok pis tatlı krizlerindeyim ya, öyle böyle değil. Canım aynı anda pasta, kurabiye, revani, lokum ve gofret çekiyor. Bilim şu pms olaylarına çözüm bulabildiği gün zil takıp oynayacağım yemin ediyorum. Hem sinirlerin gerile-boşala folloş olması engellenmiş olur valla bak etraftaki masumlar da kurtulur. Her ay en az 3-4 gün kamu zararlısıyım cidden. O günlerde penceresiz falan böyle dört duvar minicik bi hücreye kapatılsam yeridir. Zaten uyur dururum, olmadı kendimi duvara vurur parçalarım, toptan kurtuluruz. Oooof of.

Merak ettiğim şeyler var bu ara. Mesela şimdi bir süredir görmüyorum ya ben onu, hatta konuşmuyoruz bile, konuşma imkanımız bile yok ya hani, azalıyor bildiğin acısı. Peki o zaman yazın boru gibi kaç ay boyunca görmeyince tamamen de unutur muyum dersin Coni? Ben bilemedim. Peki ya görünce bir an barajdan taşan yağmur suları gibi -metafora bak hizaya gel lütfen- yeniden vurur mu bütün hissedilenler? Ölürüm lan ben o zaman. Aşırı duygu yüklemesinden kalbi infilak eden ilk insan olabilirim o derece. Yok canım olmuyordur zaten öyle bir şey... dimi? Yok de lütfen Coni ya... Korkuyorum.

Bir başka merak ettiğim şey de, şimdi benim dengesiz psikopatın teki olduğum bi gerçek. Bunu göz önüne alıp bir uçalım, başka bir hayatta, başka bir evrende oldu diyelim, istediğim oldu. O zaman da ister miyim böyle, sever miyim? Bunu da bilemedim mesela. Hani elde edince bazı şeylerin değeri azalırmış ya, öyle olur mu? Olmaz. Ama hiç belli de olmaz. Söz konusu kendim olunca kesin hiçbir şey söyleyemiyorum. Yıllar önce de öyle olmamış mıydı? En yakın arkadaşına aşık olduğunu sanan ben koskoca bir sene boyunca içim yana yana "en yakın arkadaş" statüsünü doldurmuş, sonra sonunda hislerime karşılık bulunca sadist bir şekilde aslında neredeyse hiçbir şey hissetmediğimi fark etmiştim.

Gerçi oraları baya karışık şimdi, hissetmiş miydim harbiden bir şeyler? Elbette. En azından hakikaten çok yakın arkadaştık, güveniyordum ona. Hala da güveniyorum, garip bişi bu, paylaşılan şeylerden çok önce kurulan bir bağ. Öyle fazla romantik bir insan değilimdir, ruhtur, aşktır falan saçma gelir bu muhabbetler çoğu zaman ama bazen insanların ruhları uyuşabiliyor galiba. Daha tanımadan, hani bazıları "enerji", "elektrik" vs. şeklinde tanımlıyorlar ya, o durum işte. Birine baktığında, gözlerinin tam içine baktığında bazen ona güvenip güvenemeyeceğini anında biliyorsun. Beni sevmiş miydi peki gerçekten? Zamanında inanamamıştım öyle bir ihtimalin olabileceğine açıkçası. Ben kendime şöyleyim böyleyim derim, takılma ona, başkalarının beni iyi bir gözle görebileceklerine pek olasılık vermem çoğunlukla. Kendimde sevmediğim özelliklerim çokçadır, başkalarının da anında onları görüp beni hayatlarında istemeyeceklerini düşünürüm bazen. Tamam iyi arkadaştık dedik, karakterimle ilgili sorunları, eksiklikleri biliyordu, buna ikna edebilirdim kendimi, ama fiziksel olarak? Benden daha güzel biri onu istese beni bırakıp gitmeyecek miydi sanki? Gitmemişti. Ben onun kalbini ikinci kez kırıncaya kadar da - aylar sonra olmuştu bu - beklemişti.

Belki de şimdi çektiklerim karma falandır ne bileyim, ahını almışımdır çocuğun. Ama şu da vardı ki, küçüktük daha. 15-16 yaşlarından bahsediyoruz, o yaşlarda kendini ne kadar yetişkin hissedersen hisset, çocuksun apaçık ortada bu. Şimdi de olsa gerçi ne fark ederdi ki? Sonuçta o kadar yakınım olan bir insanla bile yakın temas beni rahatsız ettiyse... Bir de hiçbir zaman ona baktığımda alev alev yanmadı benim yüzüm ellerim. Şu salak kelebekleri de hissetmedim. Elde etmekle alakası yoktur belki de o zaman bu durumun diyorum, çok daha bariz bir sorun vardı sonuçta ortada evet, kendisi erkekti. Yalnız, bir arkadaşlığı parçalamış olsam da en azından şu anda kafamda şüphe olmamasında büyük rol oynamıştır bu ilişkimsi şey. Olabilecek en mükemmel adayla bile olamadıysa, ohooo...

Bir de bu seferkinin şöyle bir farkı var, hani arkadaşına aşık olmak değil de, hoşlandığın kişiyle arkadaş olma yolunda ilerledikçe ona aşık olma durumu. Çok fena yani. Onun için uzaklaşmak gerek diyorum. Zaman geçmesi lazım, o gitmeyeceğine göre, benim çekip gitmem lazım uzunca bir süre. O kadar da güzel denk geldi ki zaten gidişlerimiz.

Evet evet, kesin unutulur. Unutmak iyi bir şey mi peki? O da başka bir blogda iç hesaplaşma konusu edilsin artık. Ben yoruldum.

26 Nisan 2010 Pazartesi

evresel teori.

"5 stages of grief" olayı vardır ya hani. Ölümlerden sonra falan insanların yaşadıkları acının evreleri. Durduk yere aklıma geldi, bence gayet umutsuz aşıklara da uygulanabilir. (İtiraf ediyorum saatlerdir Dead Can Dance, The Cure vs. dinlemenin yol açtığı bir isyan da olabilir bu, tam da durduk yere değil yani, neyse)

Önce "denial" var, inkar. "Belki o da beni seviyordur, zaten sevgilisi de yok, geçen bana merhaba dedi, kesin onun da bana karşı duyguları var..." gibi, gerçekliği inkar eden halüsinasyona varan hastalıklı "o da beni seviyor" ruh hali. Gerçeklerin inkar edilmesi kısaca. Kişisine göre değişebilmekle birlikte en uzun süren evredir genelde. Kişi bu evrede günlük hayatın en normal, en sıradan yanlarını bile bir işaret olarak algılayabilir, kafasında senaryolar yazabilir.

İkinci evre "anger", yani öfke. "Neden beni sevmiyor, geçen mesaj attım geri dönmedi, bütün gün internetteydi bana bir merhaba demedi, bir kızla gördüm bunu bana nasıl yapar" Bu aslında en hastalıklı evredir, olmayan bir durumu kafasında yaratan özne, karşısındakinin haberi bile olmadığı bir durumdan dolayı ona öfke duymaktadır. Gerçi daha çok kendi salaklığına duyduğu bir öfke de olabilmektedir bu ama kendini bu şekilde gösterir.

Burada bir yol ayrımına gelir söz konusu kişi. Ya yeniden bir denial evresine dönüş yapacak ve dengesiz bir şekilde sevgi ile nefret arasında gidip gelecektir, ya da adam gibi bir sonraki evreye geçiş yapacaktır. Bu evre de çok sakat bir evre aslında, adam gibi dediğime bakmayın.

"Bargaining", pazarlık. Bu en salak evre işte. Hani özneyi önüne alıp iki tokat atasın gelir ya, aynen öyle bir durum. "İlk tanıştığımız gün ona gülümseseydim, daha neşeli bir insan olsaydım, daha ciddi, daha zeki, daha zayıf, daha kaslı, daha... o da beni severdi." Aniden saç rengi değiştiren, rejime giren, kendini geliştirmek için kurstan kursa koşanlar genelde bu evreden çıkar. (benzer bir vaka için, bkz. fakir ama gururlu genç sendromu) Sanki değişip karşısına çıkınca diğer kişi ne büyük hata yaptığını anlayıp - ki sorun o, söz konusu kişi hiç bir şey yapmamış - birden bire hayatımın aşkısın diyecek. Bunun bir de geleceğe dönük veriyonu vardır ki, "Tanrım seviyorsa bir işaret gönder, yoksa vazgeçeceğim, yarına kadar bana merhaba demez, aramaz ise bu sefer bitecek." pazarlığıdır, yapmayın, etmeyin diyorum, komik oluyor, boşuna hatları da meşgul etmeyin o sırada daha önemli şeyler dileyenler olabilir.

"Depression", depresyon, bunalım, dibe vuruş. Bu en kaçınılmaz evre zaten. Artık kendini değiştirmenin bir işe yaramayacağını, ve üstüne üstlük çok da saçma sapan bir taviz olduğunu anlayan, ama yine de içinde artık mum ışığından cılız bir umut kalan kişi kendini depresyonun uyuşuk, hissiz kollarına bırakır. Bol bol ağlar. Bir daha hiç mutlu olamayacağını düşünür. Kimse onun gibi değil, kimseye aşık olamam der, bir yandan bu hale geldiği için hem kendinden hem ondan hem hayattan nefret eder. "O beni hiç sevmedi ki. ben sevilecek bir insan değilim ki, beni kimse sevmiyor, bu dünya yaşamaya değmez." Benzeri sayıklamalar duyulabilir. Kişi bu evrede gözetim altında tutulmakla beraber çok da yalnız bırakılmamalı, arada bir hatrı sorulmalıdır. Yazıktır, günahtır.

Depresyondan çıkan kişiyi artık son bir evre beklemektedir: "Acceptance", yani kabulleniş. Adı bile güzel yahu. Neyse burada artık kişi gözünde büyüttüğü, idealleştirdiği, yüceleştirdiği, aşkına odak noktası seçtiği kişinin de normal bir insan evladı olduğunu fark eder, kendi kendine bu kadar acı çektirmiş olmasına güler. Bazı şeylerin zorlamaya gelmediğini anlar, "olmuyorsa olmuyor kardeşim" bakış açısına kavuşur. Kavuşur da...

Sonra da gider kendine yeni bir hedef arar. Böyle de salaktır söz konusu insan evladı. Ders almaz, aynı şeyleri oldurana kadar başka bileşenlerle dener. Bazen oldurur. Bazen olduramaz - ki o zaman aynı evreler yine geçerlidir.

Not: Söz konusu evrelerin süreleri ve sıraları kişiden kişiye değişebilmekte olup bu evreleri mal edip bir ona bir buna gireni bile tarafımdan görülmüştür. Bu yazının hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Evde tek başınıza denemeyiniz. Tamamen yıllar boyunca "kelin merhemi olsa başına sürermiş ama anlat bakalım"cılığın sonunda elde edilmiş görgül verilerle oluşturulmuştur. Fazla takılmayınız, keyfinize bakınız. İhtiyacınız olursa buyurup gelip anlatınız efenim.

25 Nisan 2010 Pazar

hayatın anlamı.

Vay canına. Geceler gündüzler birbirine karışmış ilerlerken aylardan neredeyse Mayıs geldi iyi mi? Bunun bugün dank etmesi de birmayıs afişlerinden birini ("birmayısı kutlayalım") feci şekilde yanlış okumamla ("olmayışı kutlayalım") oldu. Bu sene en uzun ay yine Şubat'tı sanki. Tatilin bunaltıcı etkisinden olsa gerek bütün bir yılı düşününce bir o ay aklıma geliyor o derece - tabi bu noktada benim yıl anlayışımın normal takvim yılı değil, okul yılı olduğunu belirtmekte fayda var. Bu mantık(sızlık)la yılın sonuna yaklaşmış sayılıyoruz benim gözümde. Neyse. Konuyu dağıttım yine.

Asıl söylemek istediğim, bu senenin zor bir sene olduğu idi. Belki de şu kısacık hayatımın en zor ve uzun senelerinden biri. Ama sanki bir şeyler değişiyor, anlayamıyorum, hala deli gibi depresyondan depresyona savrulsam da, gidecek olmanın verdiği garip bir umut, bir güç var üzerimde. Elliiki günüm kalmış. Sonra gidiyorum, sadece bu şehirden de değil, bildiğin ülkeden, hatta kıtadan. Ne garip dimi? Yani gitmek o kadar garip bişi değil de, yıllardır bir "gitmek" idealiyle yaşayan bir insanın sonunda bunu gerçekleştirmek üzereyken çok da umursamıyor oluşu biraz garip.

Zor ve her zamankinden daha da yalnız geçen bir senenin en kötü yanı da kimsenin tam olarak ne kadar kötüleştiğimi bilmemesi oldu benim için. Kimse fark etmedi nerelere düştüğümü en son, neler düşündüğümü. Kimse sormadı bile. Yaklaşanlar oldu o ayrı. Beni hayata bağlayanlar, bunu hiç bilmeyecek olsalar da. Şimdi dönüp bakınca kötü günlermiş diyorum ama şu anki ruh halim de çok iyi değil dürüst olmam gerekirse. Sadece bir çeşit zihin berraklaşması yaşadığım. Buböylegitmezcilik oynuyorum şu anda, gündüzleri oynadığım hayatnegüzelmişciliğe ek olarak. Hayatın tamamı aslında böyle oyunlarla dolu. Kitabına göre oynayan falan derler ya, saçma bişi aslında. Sanmıyorum bunların hepsinde kitabını kuralını yazacak kadar bir mastery seviyesine gelmiş biri olabilsin. Varsa da ben o kişiye tapınırım öyle diyeyim. İlah olmuştur artık o, bu dünyayı aşmış, ermiştir.

Mesela kuzenime tapınmayı düşünüyorum ben bu ara. "İzafiyet teorisini biliyor musun?" diyorsun yavrucana, "Biliyorum" diyor. "Nerden biliyorsun?" "Öyle, biliyorum" "Hayatın anlamını biliyor musun?" "Biliyorum." "Hayatın anlamı ne peki?" "Efe." Budur işte. Çocuk kendi hayatının anlamını tamamen kendi olarak kabul etmiş. Bunu becerebilen yetişkin yok benim tanıdığım açıkçası. Üç yaşında çocuk deyip geçmeyeceksin, dinleyeceksin. Yavru kuzenin peşine kült toplamaya kararlıyım.

21 Nisan 2010 Çarşamba

disgust.

Ne diyebileceğimi, ne yazacağımı bilmiyorum. Tek bildiğim insanlığımdan iğreniyorum. Boğazımda bir şeyler düğümlendi, içimde bir ağırlık. Haksızlıkları, savaşları, insanların çektiği acıları bir şekilde -ne yazık ki- sineye çekebiliyor olsam da, söz konusu olan masumlar olunca beynimde çığlıklar yankılanıyor, dağılıyorum. Önce hayvanlardı istismara uğrayan, haberlerde gördüğüm. Bugün çocuklar. Biz ne yapıyoruz allah aşkına? Hiç mi vicdan yok, hiç mi kalp yok bu nefes almaları bile fazla olan cisimlerde? İğreniyorum herkesten, bütün insanlıktan şu anda. Hala böyle şeyler olabildiği, sabah böyle haberlere uyanabildiğim ve elimden bir şey gelmediği için acı çekiyorum. İnsanlık bu duruma geldiyse, ben insan olmak istemiyorum.

Ve nefret ediyorum... Uzun zaman sonra ilk kez bir şeylerden, birilerinden bu derece şiddetle nefret ediyorum.

Birileri duygularımı benden daha iyi anlatmışlar burada & burada.

20 Nisan 2010 Salı

müzikal saçmalamalar.

mp3 playerda sadece the Smiths, Morrissey, Gravenhurst, Tİndersticks ve Frusciante bırakma arzusu içindeyim. Vatana millete hayırlı olsun.

Sonuç:
*Ataxia - Automatic Writing I
*Gravenhurst - Fires In Distant Buildings/Flashlight Seasons/The Western Lands
*John Frusciante - Curtains/Shadows Collide With People
*Morrissey - Viva hate/Kill Uncle/Your Arsenal/Vauxhall and I/You Are The Quarry/Ringleader of The Tormenters/Years of Refusal/Swords
*The Classic Crime - Acoustic Seattle Sessions
*The Lost Fingers - Lost in The 80s
*The Organ - Grab That Gun
*The Smiths - Hathful of Hollow/louder Than Bombs/Meat Is Murder/Strangeways, Here We Come/The Queen Is Dead/The Smiths/The World Won't Listen
*Tindersticks - Curtains/Simple Pleasures
*Vega - Hafif Müzik

Bir de tabi ki vazgeçilmez kutsal kasem, karışık klasörüm. Evet evet beğendim bu sefer içeriği. Eferim bana. Zırt pırt çökmezse bir de çok süper olacak.

Normal bir insan gibi davranmam gerekirse bir anlığına, panik olmaktayım. Perşembe gününe vermem gereken bir adet outline'ım, ve yine perşembe gününe bir adet terminoloji quizim, ve ekonomi midterm'üm var - o da perşembe. Günler çuvala mı girdi yahu? El insaf. Henüz hiçbiri için bir şey yapmamış olmam da cabası. Ayvayı yeme de yanında yat. Ama yol arkadaşım, biricik dostum mp3'üm ne güzel oldu dimi? (Kafama ağırcana bir tepsiyle, ya da ne bileyim tavayla falan vurursanız memnun kalırım, belki bir anda aklım başıma gelir falan...)

17 Nisan 2010 Cumartesi

dreamafterdream.

Herkes bize gelmiş, teyzemler, ananemler, büyük masanın etrafında oturuyoruz salonda. Galiba doğumgünü vesaire bişi için toplanılmış. Orada olmak beni mutlu etmiyor, huzursuzum deli gibi. Sonra nereden elime geçiyorsa, bir şişe bira buluyorum, hızla içiyorum. Nasıl oluyorsa sarhoş ediyor o bira beni, hem de nasıl. Masada bir şeyler anlatmaya çalışıyorum bizimkilere, dinlemiyorlar beni. Susun, dinleyin! diye bağırıyorum, elimi masaya vurarak, teyzem bana sen daha bir birayla sarhoş ol, sonra da beni dinleyin de, diyor, herkes gülüyor, beni ciddiye alan yok. Kendimi leş gibi hissediyorum o anda. Nasıl öfkeliyim anlatamam. Bir şeyleri kırmak, birinin ama en çok kendimin canını yakmak istiyorum, ama onu da sarhoşluğuma vuracakları, ciddiye almayacakları için yapmıyorum. Sinir küpü gibi öyle oturuyorum. Sonra bir anda kardeşimle dışarda buluyorum kendimi. Trene binecekmişiz, istasyona gidiyoruz. Gökyüzü gri, her an yağmur yağabilecekmiş gibi görünüyor.Trene biniyoruz. Eve gidiyormuşuz aslında, biz neredeydik ki zaten diyorum, etrafımdakiler yine gülüyor. Hala sarhoş olduğumu fark ediyorum, utanıyorum. Kafamı kaldırıp yukarı bakıyorum, trenin tavanında kocaman bir pencere var. Kapkara bir duman geçiyor üzerimizden. Trenin dumanı mı, diye soruyorum, karşımda oturan kadın küçümser bir ifadeyle, ya başka neyin olacaktı, diyor. Pencereden ellerimi çıkarıp kapkara dumanın ikiye ayrılıp sonra yeniden birleşmesini izliyorum. Evin oraya geliyoruz, arka büfedeyiz. Oradan çikolata alayım diyorum, kardeşim istemiyor. Ben kendime bir tane alıyorum, tam parasını vericem, kadın kampanyası var, adınız nedir diyor. Kampanyayı boşver, çikolatayı alayım yeter diyorum aceleyle. Kadın seviniyor bir anda. Soyadımız aynıymış diyor. Hakikaten de büfenin adı başaran büfe. Sonra kendi bilgilerini yazıyor elindeki forma, çikolatanın pakedini kesiyor, bana uzatıyor kalanını. Parası? diyorum, boşverin diyor. Büfenin iç kısmına geçiyoruz sonra, oturuyoruz. Silahlı adamlar geliyor, büfenin sahibi kaçıyor, kardeşim de ortadan kayboluyor bir anda. Bir ben kalıyorum içerde, korkuyorum, keşke hiç almasaydım şu çikolatayı diyorum, oturmasaydım burada. Kardeşim nerde merak ediyorum, daha da korkuyorum ve o anda uyanıyorum.

Sinemadayız. Salona girmeden önce onunla konuşmak istiyorum, bir fırsatını bulup muhabbet açmaya çalışıyorum ama beni iplemiyor, uzaklaşıp içeri giriyor. Sonra film hemen bitiyor. Çıkıyoruz. Kapının önünde bir adam ve küçük bir erkek çocuğu. Çocuk içeri girmek istemiyor galiba. Yere çömeliyorum, çocukla konuşuyorum, onu güldürüyorum, ikna ediyorum. Sonra oley! diyerek yumruğumu ileri uzatıyorum. Gülerek bana elini uzatıyor, kalkmama yardım etmek için. Elini tutuyorum ama kalkmıyorum, onu bana doğru çekiyorum biraz, kafamı bacağına yaslıyorum. Yanımızda başka arkadaşlar da var. Sonra o da çömeliyor, nereye gideceğimize karar verilmeye çalışılırken. Sol bacağıma oturuyor. Kolumu beline doluyorum, başını omzumla boynumun birleştiği noktaya yaslıyor. Uzunca bir süre öyle oturuyoruz. Kalkarken, bacağın yorulmadı mı beni taşırken diyor. Hayır diyorum. İçimden çeşitli cevaplar geçiyor, söyleyemediğim. Rüya bitiyor.

Birkaç hafta önce gördüğüm bir rüyada sınıfta durmuş konuşurken yanımızda yine başka insanlar olmasına rağmen, iki parmağıyla elimi okşayıp duruyordu. Uyandığımda hala elimde hissedebiliyordum elini, dokunuşunu. O rüyanın üzerinden kısa bir süre geçti geçmedi, elimi kestim dediğimde, bakayım deyip elimi eline aldı. Aynı his. Günlük yaşamımdan çıkarsam, gecelerime giriyor. Özlüyorum. Deliler gibi özlüyorum işte. Hiç olmamış birini özlüyorum, hiç olmayacak birini. Canım yanıyor. Müziğin sesini açıyorum. When the wake ups hard to find, dreams make up for your life.

15 Nisan 2010 Perşembe

halet-i alergie.

Baharın, kedilerin, kedi sevmeden duramayan ellerimin, anti-histaminiklerin ve kısaca ben böyle hayatın taaaa... Anladınız siz onu. Şu anda yazabileceğim fazla bişi yok, mal oldum resmen, yatıcam birazdan, sonra yine uyanmak için. Neye, niye uyanacaksam...

12 Nisan 2010 Pazartesi

tesadüf.

Kafanda intihar senaryoları kol gezerken, geride bırakacağın notu bile planlayıp yazarken içinden, radyoda alakasız neşeli bir şarkının üzerine One Day Goodbye Will Be Farewell çalması. Bahsettiğim işte tam da böyle bir şey.

Beni en çok korkutan şey, bu düşünceleri hayata geçirmememin tek nedeninin gücüm olmaması şu anda. Ya başaramazsam? Açıklayamam kimseye nedenlerimi, kimsenin bana acıyan bakışlarına katlanamam durduk yere. Bazen diyorum, yer yarılsa, eller uzansa derinlerden bir yerden, beni çekip alsa. Birisi yanlışlıkla itse beni ya da, düşsem. Bir araba yoldan çıkıp kaldırımda yürürken bana çarpıverse. Bir anda bitse. Benim bir şey yapmama gerek kalmadan bitiverse her şey. Ağlayamıyorum bile artık doğru düzgün. Sadece canım acıyor, hem de çok. En mutsuz en umutsuz olduğum anlarda bile ancak bir iki damla yaş dökülüyor gözlerimden. Beceremiyorum. Arkamda bunu bırakırdım herhalde. Ben beceremedim. Ben yaşayamadım bir türlü. Ne yaparsam yapayım, kendimi bir yere, bir şeye ait kılamadım, tamamen özgür olmayı da başaramadım. Soyadıma ihanet ettim, ironik bir şekilde. burcu başaramayan. Evet. Benden çok şey beklendi, ben yarattım beklentilerin kaynaklarını. Ama tek istediğim de beklememeleriydi benden bir şey. Rahat bıraksınlar istedim, kendimi bulmak istedim, konuşmasınlar benimle isterken aynı anda biri gelip beni dinlesin, anlasın istedim.

Nedenlerimi kaybettim. Korkuyorum. Aklımdan geçen düşünceler hep olmaya çalıştığım, -mış gibi göründüğüm "ben"den çok uzak. Kendimden korkar oldum. Sadece o'nun yüzünden de değildi hem bunlar. Hatta o benim durumumun bu kadar kötüleşmesini birkaç ay ertelemiş bile olabilir. Ama artık dayanamıyorum. Midemde bir alev topu var sanki, sürekli yanıyor. Mide bulantısı hiç geçmiyor. Yanıyorum. Başım dönüyor. Yolda yürürken durduk yere gözlerim yaşlarla doluyor, ağlayamıyorum. Eve geliyorum, ağlayamıyorum. Hem anneme ihtiyaç duyuyorum, ona sarılmak, saatlerce ağlamak istiyorum, hem de annemi gördüğüm anda deli gibi öfkeyle doluyorum. Sonra kendime kızıyorum ona o kadar kötü davrandığım için. Şu durumda olduğum, ve düştüğüm bu çukurdan çıkmak için çabalamayışım yüzünden kendimi suçlu hissediyorum. Ve biraz daha korkuyorum. Her şeyden çok, cesaretimi toplamaktan korkuyorum, insanları üzmeye hakkım yok biliyorum, ama bir yandan da neye ve niye üzüleceklerini bilmiyorum. Kendilerine üzülecekler en çok, herkes, her zaman kendine üzülüyor en çok çünkü. Başka türlüsü insanın elinden gelmiyor ki. Çok yakınını bile kaybetsen, kendin için cızlıyor için. Bana değmez hem. Bunu da yazmak isterdim. Beceremedim. Özür dilerim. Üzülmeyin, bana değmez. Şimdi bunu yazarken bile kendime kızıyorum aslında. Ne bu şimdi? Ne eksiğim var? İyi kötü bir hayatım var işte. Niye bununla yetineyim ki diyor sonra o diğer ses. Yetinmeyip ne yapacaksın diyor bir başkası, hepsi boş değil mi? Elindekiler, arzuladıkların... Olsa ne olur olmasa ne olur? Sen olsan ne olur olmasan ne olur? Bunalımda olmaktan bıktım. Ama tedavisi eğer bazı şeylere göz yummak, uyuşmak anlamına gelecekse, onu da istediğimden emin değilim açıkçası. Açmazlardayım, çelişiyorum. Bazı gün oluyor, erkenden yatıp deli gibi uyuyorum, bazı gün de uyuyamıyorum böyle işte.

The Smiths ve Morrissey'in en damar şarkıları bile hafif ve eğlenceli geliyorsa kulağıma, Tindersticks dinlemek bile umut veriyorsa, bunaltmaktan çok, ayvayı yedim demektir. Afiyet olsun.

11 Nisan 2010 Pazar

anksiyete ataksiya.

Ataxia nasıl bir gruptur yahu, iki albümcükleri, topu topu on şarkıları var adamların - ki bu adamların biri John Frusciante, diğeri Josh Klinghoffer, üçüncüyü unuttum şimcik- kurulmalarından dağılmalarına da sadece iki konser vermişler. Rock müzik ama öyle böyle değil, deneysel ama dinlenir, sert ama sertlikten kasıt burada cozut gitarı vur bateriye değil, atmosfer sert, garip böyle. Anlatılmaz, dinlenir. Bulabilirsen tabi.

Automatic Writing)'den Addition isimli şarkının bir kısmı...

Forgive me if I cry
Look when you lifted the sky
Everybody emptied their slime
Those memories stole my sign

And will you sit by my side,
If me not live past tonight?
Life isn't here and so streaming
What was the feeling to stream again, stream again?

I am becoming a voyeur
I am a small man, I told ya
I don't miss coming at all

Saw you walking back from a nightmare
Won't change what you're to do, well I don't care
I grew up there and I wasn't scared
I am from there, I was born there

Well that is what we cry
Feelings we keep inside
And you are not in the right
And you've no reason to hide
That's when we must collide
Nothing can overwrite
And you are not by my side
And we will not arrive



Ah Frusciante sen var ya sen, seviyorum lan seni. Öyle şeyler işte...

10 Nisan 2010 Cumartesi

the thing that hurts the most.

is that I know that I can't hurt any more than this, and nothing even happened. Bitti artık, bu sefer gerçekten, cidden bitti. Kendime çektirdiklerim, bu gereksiz acı yetti. Burcu bugünden sonra hissetmeyecek artık, konuşmayacak da. Sessizlik dönemime hoşgeldin sevgili blog, artık dinleme ve dinlenme vakti. Bir şeyleri çözene kadar, kendimle olabilene kadar uğraşmamaya karar verdim insanlarla. Sarcasm artık beni kurtarmıyor çünkü acı çekmekten, kendimden soğuyorum her dalga geçişimde.

Şebnem Ferah'tan gelsin. Bitti, zor oldu ama bitti. Yapamadım benim, başka bir kalbi. Bedenin zayıftı kalbin güçlüydü belki... haritası ama çoook silikti. Sert bir şeydi iliklerimde aşk, dayandım ittim sığmadı kanırmadı girmedi. Ama sıktım pis kanı akıttım yaramdan, iyileştirmeye yaladım geçmişti sanki. Soktum neşteri göğsüme inanmaya halim kalmadı diye... Bitti zor oldu ama bitti.


Bazen, ne yaparsan yap olmuyor bazen. 


Sonra Teoman devam etse ya.... Benim de zaten hiç gücüm yok, yüzüm yok, hiç umudum yok... Ama bil ki farklı bir hayaldi, işkenceydi bazen... bazen çok güzeldi. Ama anlıyorum sesinden yok(kurtul)muşsun sen. Nokta konmuş bitmiş en güzel hikayem.

8 Nisan 2010 Perşembe

rengarenk.

Hayatın önemli anlarında, dönüm noktalarında falan müzik çalsa ya arkadan, kaçırmasak böylece, ne bileyim, ödül törenlerinde müziğin konuşmaları bölmesi gibi, bu sefer müzik başlamaya itse ya beni. Panik, mutluluk, heyecan, sıkıntı, hüzün, endişe ve neşe içindeyim. Gökkuşağı gibi oldum tam, her renk var, ne uygun değil mi?

Hayır, her şeyi geçtim, tek aradığım bir işaret iken, bildiğin tabela indi gökten. E daha ne istiyorum ben? Napıyorum, neden korkuyorum? En azından açılsam ya. Ya da denesem. Ne bileyim, öyle şeyler. Bu gece umutluyum ben. Pandora kutuyu tam zamanında kapatmış anlaşılan.

dengesiz kızın ertesi gece ekledikleri: Şu anda arka planda dünyanın en bunalım şarkıları çalsa ya. Ağlasam ya da sonunda bitirmeyi başarsam. Nefes alamıyorum şu anda, kalbim deli gibi hızlı atıyor. Odamın penceresine demir takıldığından beri onlarca kat arttı buranın eziciliği. Eskiden en azından bir umudum vardı, gecenin bir yarısı istersem pencereden atlar kaçardım. Bütün çıkış yollarımı teker teker kapatıyorlar. Kaçmak istiyorum. Her şey bitsin istiyorum. Bunalımlı ergenlere döndüğümün farkındayım ama olmuyor blog, ne yaparsam yapayım, devam edemiyorum, her gün yeni baştan başlamak beni yordu bitirdi. Bazen, ne yaparsan yap, olmuyor bazen...

6 Nisan 2010 Salı

dışsesleştirilemeyenler.

Dur. Nefes al. Baştaaaan. Hop. İyi geldi değil mi? Yalan söyleme, söylersen hemen anlarım. Ne demek hiç anlamadın? Ben hep biliyordum. İşine gelmeyince sus dersin tabi. Sen değil miydin cevaplar için bana gelen? Eee noldu? Kaldın mı öyle dımdızlak? Bunca yıl niye sustum sanıyordun, konuşursam dağılırsın diye korktum, ama sen kendin arandın. Senin gibi azimle arayan anca belasını bulur yavrum, kusura bakma. Çok acıyor demek... Geçmiyor mu günler bir şekilde nasıl olsa, kaptır kendini, düşünme, takma hiçbir şeyi. Yapamıyorum ne demek? Sen güçsüz ve iradesizsen ben ne yapayım?

Bak insanlara, yaşayıp gidiyorlar işte. Kimse senin gibi takılıp kalmıyor. Tek derdi olan sen misin allahaşkına? Ne geldi ki başına, ne yaşadın ki? Abartıyorsun yine her şeyi. Hep böyle yapıyorsuni vazgeçemedin bir türlü şu huyundan. Hep dikkat çekmeye çalış sen emi? Şu naçizane içsesini duymazdan gel, bastır gün boyunca, insanlara gül, insanları güldür, hayatnegüzelmişcilik oyna, sonra odanın görece korunaklı ortamında su yüzüne çıkan içsesini susturmaya çalış. Olur mu böyle? Nereye kadar kandırabilirsin ki kendini? Hava ne güzel, hayat ne güzel, insanlar o kadar da kötü değil... de get bi yahu. Nedir yani? Kabullensene olduğu gibi her şeyi.

Hayır efenim, bu sadece pms saçmalaması da değil. Sarhoşsun düpedüz. Yarına da sınavın var evet. Neden içtin peki? Hissetmemek, düşünmemek için demek. İşe yaramış gibi görünmüyor sanki. Zaten bu ara neredeyse bir birayla sarhoş oluyorsun ne iş? Ruh hali diyorsun, pekala. Bu gidişle delirirsin de sen, baksana diyaloğa girdin burda kendinle. Tabi, tabi. Eminim öyledir.

Relax, take it easy dinle sen bi gidip. Sonra da yat uyu. Ne çalışması be, şu kafayla çalışsan nolcak çalışmasan nolcak? En azından yarın sınavda uyuyakalmazsın. Sakın bana oturup onu bekleyeceğim deme. Bir parçan olarak bana bu kadar gereksiz bir acı yüklemene karşı çıkıyorum burcu. Gece gece saçmalama. Yat uyu. There are worse things in life than never being someone else's sweety. Not just someone, I know. She's special, I know. Yapabileceğin bişi var mı? Yok. E o zaman? Sen değil miydin platonik aşkları sonuna kadar saçma bulan? Arkadaşlarına akıl vermeyi, yeri geldi mi kızmayı biliyordun ama. Böyle faka bastırırlar işte. Oh olsun. Bi de, ben sana demiştim.

Neyse tamam, kafanı şişirdim farkındayım. Git yat uyu. Yarın da uyandığında biraz olsun akıllanmış ol en azından olur mu? Hey! Sana diyorum be! Şşşşt! Hoooop! Of be, tamam, sustum. Deli mi ne?

3 Nisan 2010 Cumartesi

sea song.

Son günlerde dinlediğim en güzel şarkılar hep denizle alakalıydı bir şekilde. Lifeguard Sleeping, Girl Drowning, ya da doğrudan Sea Song gibi. Çok iyi biliyorum ben bu hissi. Çaresizlikle karışık bir öfke, içinde büyüyüp durur. Yazlıkta hep sahile kaçarım ben böyle zamanlarda. Sırtımı kuma çekilmiş boş bir tekneye rastlayıp dalgaları izlerim. Deniz insanı yatıştırır, sakinleştirir. Ama aynı zamanda boğabilir de. Dalgalar benim biriktirip de kimseye gösteremediğim öfkemi kıyılara vurup dururlar. Denizden serin bir rüzgar eser, yosun kokusuyla karışık. Bir an ürperirim. Sonra gözlerimi yumarım sıkı sıkı, bir iki inatçı yaş süzülür gözlerimden, kumla dolu avuçlarımı sıkarım ağlamam durana kadar. Sonra yavaşça denize yaklaşır, ayakkabılarımın ıslanmasına aldırmadan avuçlarımı suyla doldurup yüzüme vururum, tuz gözlerimi yakarak gözyaşlarımı siler. Bir bakıma kendimi boğmuş olurum. Sesim soluğum çıkmaz bir süre, hiçbir şey hissedemem. Asıl güçlü olan denizdir hep, ben sadece boyun eğerim. Buralarda deniz var olmasına var ama, istediğimde suyuna dokunamadıktan, rüzgarını hissedemedikten sonra... Keşke bu gece hemen şu anda kapıyı açıp kendimi dışarıya atacak, çekip gidecek cesaretim olsa. Keşke hayat her şeyiyle belirlenmiş, planlanmış olmasa. Boğuluyorum, sesimi duyan var mı? Kurtaracak biri, ya da benim gibi boğulan biri, fark etmez artık, sadece beni duyan var mı?

Ertesi gece gelen edit: İki şarkıyı üst üste çalıyorum. Doves, kadının boğulmadan önce, denize açılırken düşündüklerini, hissettiklerini anlatıyor sanki. Rahatsız bir atmosferi var şarkının, içinde fırtınalar koparken, arkadan kadının "I just gave up..." diye fısıldayışını duyuyorum. Birini ararken, vazgeçiyor sonunda, bırakıyor kendini, dibe doğru çöküyor. Sonra Morrissey geliyor, o umursamaz derecede yumuşak sesiyle, kadını suçlarcasına şarkısını söylüyor. Boğulması onun suçuydu sonuçta, çok açılmıştı bu sefer, onunla uzaklara gidecek, daha önce yapmadığı şeyleri yapacak birini arıyordu, yaralarını saracak birini. Artık müzik de tekinsiz denebilecek kadar sakin. Sadece bir dışses Morrissey, olanları anlatıyor. Hala sakin müzik, there will be no fuss, she was nobody's nothing. Sonlara doğru uzaklardan bir yerden kadının sesi bir kez daha duyuluyor... "What's your name?"