28 Şubat 2010 Pazar

Einer muß da sein.

"Versunken in die Nacht. So wie man manchmal den Kopf senkt, um nachzudenken, so ganz versunken sein in die Nacht. Ringsum schlafen die Menschen. Eine kleine Schauspielerei, eine unschuldige Selbsttäuschung, daß sie in Häusern schlafen, in festen Betten, unter festem Dach, ausgestreckt oder geduckt auf Matratzen, in Tüchern, unter Decken, in Wirklichkeit haben sie sich zusammengefunden wie damals einmal und wie später in wüster Gegend, ein Lager im Freien, eine unübersehbare Zahl Menschen, ein Heer, ein Volk, unter kaltem Himmel auf kalter Erde, hingeworfen wo man früher stand, die Stirn auf den Arm gedrückt, das Gesicht gegen den Boden hin, ruhig atmend. Und du wachst, bist einer der Wächter, findest den nächsten durch Schwenken des brennenden Holzes aus dem Reisighaufen neben dir. Warum wachst du? Einer muß wachen, heißt es. Einer muß da sein." (Nachts)

***

"Es war sehr früh am Morgen, die Straßen rein und leer, ich ging zum Bahnhof. Als ich eine Turmuhr mit meiner Uhr verglich, sah ich, daß es schon viel später war, als ich geglaubt hatte, ich mußte mich sehr beeilen, der Schrecken über diese Entdeckung ließ mich im Weg unsicher werden, ich kannte mich in dieser Stadt noch nicht sehr gut aus, glücklicherweise war ein Schutzmann in der Nähe, ich lief zu ihm und fragte ihn atemlos nach dem Weg. Er lächelte und sagte: »Von mir willst du den Weg erfahren?« »Ja«, sagte ich, »da ich ihn selbst nicht finden kann.« »Gibs auf, gibs auf«, sagte er und wandte sich mit einem großen Schwunge ab, so wie Leute, die mit ihrem Lachen allein sein wollen." (Gibs Auf!)

- Kafka 


 (daha fazlası için bkz. www.textlog.de

elyazısı.

Küçüklüğümden beri yazım hep okulda kimin yanında oturduysam onunkine benzemiştir. Ama hep en çok anneminkine benzemeye çalışmış, başaramamıştır. Bilinçli bir tercih değil, tamamen bilinçdışı. İngilizce yazarken kitap usulü "a" kullanırken Türkçe'ye döndüğümde normal "a" larım olması da belki böyle bişidir. Kimlik karmaşası yaşamanın ya da başka biri olmak istemenin göstergesi belki de... Evet hala pisikoloci çeviriyorum. Yarın da inadına okulda filme kalıcam. Oh olsun. (Kime - neye? Dünyaya? Peh.)

27 Şubat 2010 Cumartesi

bambaşka.

Başka türlü bir şey benim istediğim, ne ağaca benzer, ne de buluta. Burası gibi değil gideceğim memleket, denizi ayrı deniz, havası ayrı hava... Bir başka yolculuk dalından düşmek yere, yaşadığından uzun... Bir tatlı yolculuk dalından inmek yere, ağacın yüksekliğince, dalın yüksekliğince rüzgarda ve bir yeni ömür vardığın çimen yeşilliğince...
 
*
 
Nerde gördüklerim, nerde o beklediğim... Rengi başka, tadı başka...

26 Şubat 2010 Cuma

maddi durum.

Kendi içinde mantıklı bir bütün halinde gerçekleşen bir metin yazabilecek durumda olmamamdan dolayı madde madde gidelim bu sefer - bu cümleyi düzeltmeyi bırak, bi daha okuyacak halim yok, boşver gitsin.

* Hala hastayım. Okulun ilk haftası hasta olmayı alışkanlık haline getirdim artık, acı çekiyorum. Yola mı uyum sağlayayım, derslere mi, insanlara mı, yoksa hasta bir şekilde sürünmeye mi? pff. Yalnız ateş acayip bişi, biyolojik olarak gayet sıkıcı, işte virüsler vesaire vücuda saldırır, antikorlar üretilir, bunlar savaşır sonuçta ateşin çıkar falan filan, ama insan beynine etkisi çok ama çok acayip. İnsanı insanlıktan çıkarmaya yetebilir o derece. Ateş düşürücü etkisi olan ağrı kesiciler ise daha da eğlenceli. Yarı sarhoş dolaşıyorum ortalıkta saatlerce ilaç aldıktan sonra, ağzımdan çıkan sözler üzerinde neredeyse hiçbir kontrolüm olmuyor. Bi de dalıp dalıp gidiyorum, gözlerim açık uyuyorum resmen.

* İstediğim dersleri alamayınca okulun tadı iyice kaçtı yahu. Zaten deli gibi yüklendiler ilk haftadan, kaçmaya meyilliyim. Bir de kötü emellerim olmasa, hiç çekilmez okul ama hadi neyse.

* Nasılsın, napıyorsun diye soranlara gelip gidiyorum işte diyorum artık. Yalan mı? İster dünyaya uygula, ister okula, ister eve. Geldim, gidiyorum.

* Thomas Hobbes çok deli bişi söylemiş Leviathan'da, rüyalar ve hayalleri gerçek hayatta duyumsadığımız şeylerin birer uzantısıymış. Şimdi evet böyle yazınca bunun nesi deli denebilir, ancak ve ancak bir sabrediniz de açıklayayım. Duyumsamak derken bahsettiğimiz şey burada duyu organlarıyla tecrübe edilen her şey. Hobbes amca diyor ki varlıkları birbirinden ayıran tek şey hareketleri, hareket etme şekilleri. Bu durumda bizim duyumsadığımız her şey birer hareket aslında. Duyumsananın hareketi sonsuza kadar devam edebilecek niteliktedir, şu anda duyduğum bir ses daha güçlü bir ses tarafından engellenene kadar hareketine devam eder bende. İşte rüyalar ve hayaller de böyle, o hareketin bizim içimizde devam etmesi, gitgide etkisi azalarak. Bundan dolayı yer yer bulanık, unutulmuş rüyalar, hayaller görüyoruz. Ve uyku durumunda beyin öyle bir uyuşuyor ki Hobbes'a göre bazen rüya bile görmüyoruz. Tabi şimdi ama bilim öyle demiyor efenim, ne bileyim REM uykusu vesaire, beyin uykuda çok aktif de diyebiliriz, ama burada onsekizinci yüzyılda yazılmış bir metinden bahsediyoruz, çürük yanları olacak tabi. Ama yine de hoşuma gitti kalanı, yaşanan bir şeyin etkisinin, hareketinin sonsuza dek devam etme olasılığı.

* Bugün arkadaşlarla konuşurken fark ettik ki, biraraya geldiğimizde şimdiden bahsetmiyoruz hiç, hep çocukluğumuzdan bahsediyoruz, anılarımızı paylaşıyoruz, ya da gelecek planlarımızı tartışıyoruz. Hiçbirimizin şimdimizden memnun olmadığı konusunda anlaşmaya vardık, sonra biraz daha çocukluğumuza döndük, Freud orda olsa da analiz etse dedirten cinsten konuşmalardı.

* Ya bi de bu Freud ne bela bişi ya. Birkaç farklı derste birden uzuncana anlatılıp bir de üzerine kendin merak edip okuma falan yapınca pek çok şeyi onunla açıklamaya başlıyorsun aklında, acaba kolaycılık mı yapıyorum diye de düşünmeden edemiyorsun. Her davranışın da temelinde Freudyen bir sorun yatıyor olamaz heralde di mi? Benzer bir etki çok Sartre okununca da yaşanıyor bu arada, o zaman da başkalarının değil de kendi hareketlerini ve seçimlerini delicesine sorgulamaya başlıyorsun. Üzerimde benzer etkileri olan bu iki adamın tamamen farklı şeyler söylüyor olmaları da ayrıca ilginç.

*  Birini özlemek için ne kadar süre geçmesi gerekir? Duygularımın üzerinde hiçbir kontrolüm olmaması bazen sinirimi bozuyor.


* Ey toplu taşıma yolcusu. Bir iki çift lafım var sana. Her gün bu lafların kat kat fazlasını yutmak zorunda kalıyorum ondan iyi aç kulaklarını beni dinle. Araç içerisinde insanların tutunması için konulmuş direklerle vs. aşk yaşama. Hele hele birisi -mesela ben- tutunurken hiç mi hiç deneme direğe bir sevdalı edasıyla sarılmayı. Benim elim senin sırtının altında ezilmeyi hak edecek hiçbir şey yapmamıştı. Etrafındaki insanla aranda onun ezilip büzülmeden, şekilden şekle girmeden kendi etrafında dönebileceği kadar yer bırak. Şimdi bu çizgiyi (-) omuz genişliğim olarak düşünürsek, çizginin dik hali de yan durduğumda omuzlarımın kaplayacağı alan olsa, (+) şu artı işareti personal space simgem olur. Bütün araçta durabileceğin n kadar (+) varken gelip benim alanıma girme.


* Yorgunluktan ölmeme rağmen yapmam gereken tonla şey olduğu için vicdan azabından uyuyamıyorum. Ha uyanık kalınca o işleri yapıyor muyum? Hayır yapmıyorum. Ben salağım, valla bak, kesin salağım. Madem bir şey yapmayacaksın, uyu dimi? Ya da uyumayacaksın, bir şeyler yap. Öf.


* Şu günlerde çok gülüyorum ama hiç eğlenmiyorum be blog. Sıkılmaya da aslında pek bir vakit kalmıyor aslında... Kaptırdım kendimi gidiyorum. Nereye? Onu bilemeyeceğim.

24 Şubat 2010 Çarşamba

vakayi pisikoloci.

Daha okulun açılmasının üzerinden 3 gün yeni geçmişken bir insanın bu kadar ödevi olması ne kadar acıklı bir durum. Yarına okumam gereken yaklaşık 25 sayfa ingiliz edebiyatı tarihi, çevirmem gereken bir psikoloji metni ve yine okumam gereken onlarca sayfa ekonomi metni var. Bazen acaba benimle dalga mı geçiyorlar diye düşünmeden edemiyorum sevgili blog. Günde en az dört saati trafikte geçirmem yetmezmiş gibi akşam deli yorgun eve vardığımda nasıl bir verim sağlayabilmemi bekliyorlar acaba... Herkes yurtta, ya da en azından okula yakın bi yerde yaşamıyor kardeşim demek istiyorum hocalara. İnsaf demek istiyorum bir de. Hakkaten insaf. Lütfen zaten hassas olan psikolocimi sarsmayınız, beni ağlama krizlerine ve kabuslara geri yollamayınız, would you please fuck off?... Aynı şey bi de birkaç kişi var ki, onlar için de geçerli. Delirtmeyin beni, inadına mı söylüyorsunuz bazı şeyleri, demek istiyorum onlara da. Açık fikirli, modern geçinen insanların maskeleri düşünce bazen çok koyuyor biliyor musun blog? Bir bilseler... ah, bir bilseler. Yine aynı şeyleri söylerler miydi acaba, yine dalga geçerler miydi o çocukla? En azından benim yanımda çok süper iyi arkadaş pozundayken şimdi, o zaman da yüzleri olur muydu? Yoksa ben de mi dalga geçilen olurdum bir anda, vebalı gibi kaçarlar mıydı benden? Zaten saklanmak yeterince zor, bir de psikolojik tacize ne kadar dayanabilirim bilmiyorum. İnsanlar bilmeden, fark etmeden beni o kadar çok kırıyorlar ki blog. Ben fazla hassasım galiba ama kırılmaktan yoruldum. Artık tamir etmeye de uğraşmıyorum, olduğu kadar idare ediyorum ama bazen kahretsin diyorum içimden, neden herkes bu kadar düşüncesiz, neden herkes bu kadar... kötü? Sözcüklerin nasıl yaraladığını ve yaraların ne zor iyileştiğini bilmiyorlar mı? İstemiyorum kimseyi, konuşmak istemiyorum, duymak istemiyorum, kulaklarımı tıkayıp bağırmak istiyorum sadece o tablodaki gibi. Herkes sarsalansın, suratlarına tokat gibi çarpsın istiyorum çığlığım. Benim bir çığlığım onların onlarca sözcüğü kadar acıtsın istiyorum canlarını. Onlar da söyleyemesinler içlerindekileri, onlar da gizlice acı çeksinler, acılarını bile gösteremesinler, düşüncesizce sarf edilen sözcüklerle kanasınlar istiyorum. Ama aslında isteyemiyorum da blog. Kesip atamıyorum insanları kolay kolay. Keşke yapabilsem.  

Hamiş: Ben zaten gereken hiç mi hiçbir şeyi yapmayayım, onun yerine blog yazıp boş boş duvara bakayım. bkz. kafa-duvar ilişkisi. Offfff.

23 Şubat 2010 Salı

kabuslar.

Of galiba hasta oluyorum. Kahretsin, ateşim 37 dereceyi buldu an itibariyle... Ama bahsetmek istediğim şey bu değil, blog, sadece belki birazdan anlatacağım şeyin nedeni olmuştur diye söyleyeyim dedim - bi de insan neden sürekli kendini açıklamaya çalışır ki, kendi için tuttuğu bir blogda bile? ilginç.... Neyse.

Dün gece yine ilginç bir rüya gördüm, ama bu sefer görmez olaydım. Bütün gün içimde iğrenç bir suçluluk ve üzüntü hissiyle dolaştığım yetmiyormuş gibi şimdi bir de uyumaya korkar oldum. Yaklaşık bir ay kadar önce rüyamda Alice Harikalar Diyarında'yı müzikal olarak görmüştüm, yine aynı o rüyanın geçtiği yere benzer bir yerde, annem kardeşim ve ben bir yere gidiyoruz ya da oradan kurtulmaya çalışıyoruz, emin değilim ama tek hatırladığım bir hedefe doğru yol aldığımız. O kadar garip bir yerdeyiz ki... Sonra ben bir grup örümcek görüyorum, ve aralarından bir tanesini gitmemesi, geri dönmesi için ikna etmeye çalışıyorum - örümceğin adı Billy bu arada (öh). Örümcek ikna olmuyor ve dönüp gidiyor. Sonra biz kendimizi bir anda daha geniş böyle tarla gibib bir yerde buluyoruz. Kocaman, siyah ve üzerinde kırmızı bir nokta olan bir böcek var. Ben öldürmeye yelteniyorum, annem yapma diyor, ben dinlemiyorum ve böceği eziyorum. Bir anda böcek ikiye bölünüyor, ve ezilen parçası yerde kalırken diğer parçası canlanıyor ve dosdoğru annemin boynuna yapışıp onu sokuyor. Sonra da annem ölüyor.

Rüyamda annem öldü, ve suçlusu bendim. Beni defalarca uyarmasına rağmen onu dinlememiştim ve o ölmüştü. Kardeşimle annemin artık cansız bedenine sarılıp ağladık rüyamda, saatlerce. Sonra uyandım. Yastığım ve yüzüm ıslaktı, demek gerçekten ağlıyormuşum. Kalkıp annemlerin yanına bile gitmeyi düşündüm bu yaşımda, en son 4-5 yaşlarımda yine bir rüyadan deli gibi korkup yataklarına gitmiştim gecenin bir yarısı. Saate baktım sabah 5 civarıydı. Vazgeçtim. İçimde iğrenö bir hisle oturdum ağladım. Sonra uyuyana kadar gözlerimi yumdum. Rüyalardan nefret ediyorum bazen, bir rahat bırakın beni, bari geceleri rahat uyuyayım. Tam ruh halim biraz düzelmeye başladı derken... Tek merak ettiğim, neden? Neden, neden, neden, neden, neden? Rüyalardan da, kabuslardan da, sorulardan da, kendim de dahil insanlardan da, dünyadan da, hayattan da nefret ediyorum bazen.

Keşke şu anda evde yalnız olmasam... Keşke annem evde olsa.

22 Şubat 2010 Pazartesi

dead man walking.

Ben bugün galiba öldüm. Yorgunluğun ötesinde bir yerdeyim şu anda, hem fiziksel hem de ruhsal olarak. Yarın ise... nasıl anlatsam, hem gelsin istiyorum bir an önce hem de hiç gelmesin istiyorum. Yarından korkuyorum. Yarından sonrası için hiçbir umudum kalmaz diye ödüm patlıyor. Bir yandan da yeter artık diyor içimdeki ses, yeter. Ne olacaksa olsun, ne göreceksen, ne düşüneceksen düşün de kurtul artık diyor. Kendin ettin kendin buldun diyor bir de pis pis gülerek. Daha baştan neye bulaştığını biliyordun, ben sana söylemiştim dediğinde iç sesimi boğazlamak, sonsuza dek susturmak istiyorum, çünkü çok ama çok haklı. En başından biliyordum neler olacağını, nasıl acı çekip boşuna umutlanıp umutlarımı yıkıp ağlayıp tek bir kelime bir şarkıyla mutlu olacağımı ve bilmeme rağmen, kontrollü olursam eğer, çok bağlanmama izin vermezsem, belki de çok acı çekmem diye düşünerek, kendimi kandırarak, yalan üzerine yalan söyleyerek kendime, susturmaya çalışmıştım beynimde bunu kendine yapma diyen sesi. Kabuğumdan çıkabilir miyim diye düşündüm, kafamı uzattım, başıma taş yağdı. Saklanıyorum şimdi. Yarın geçse de yine saklansam, çünkü onun yanındayken arkasına saklanabileceğim kalın perdem birden bire ince bir tüle dönüşüyor, çırılçıplak görünmekten korkuyorum. Ah şu yarın bir geçse... bunların hepsi geçse.

21 Şubat 2010 Pazar

oh my ellen.

Şu blogu beni tanıyan ama benim yazdığımı bilmeyen biri okuyorduysa (yuh), şu anda  yazacaklarımla kendimi açık edeceğim. Neyse o cümleye ne gerek vardı emin değilim ama yazmış bulundum bi kere. Yarın okul açılıyor. Bugün yapmam gereken hiçbir şeyi halletmemiş olduğumdan yarın iki ders arası iki saatlik boşluğumda taksim'e gidip okula dönmem gerekecek. Biri beni şimdiden öldürsün ya. Ben de neskafe üzeri bira üzeri türk kahvesi üzeri ağrı kesici içip kafayı bulduktan sonra - ki asıl amacım kafayı bulmak değildi, baş ağrımı geçirmekti - ani bir kararla Ellen DeGeneres stand-up'larını izlemeye başladım.

Bu stand-upların ilginç yanı, ya da benim onlarla olan garip ilişkim diyelim, bi kere kadının bütün gösterilerini toplamam yaklaşık bir yıl almıştı, ama azimle internette her yeri aramış ve kotayı aşma pahasına indirmiştim. Şu anda her bir repliğini, baştan sona söyleyebilirim hatta mimik ve jestleri bile taklit edebilirim, onbeş onaltı kezden fazla izlediğimden eminim, sonra saymayı bıraktım... her iki üç ayda bir oturup hepsini üst üste izlerim. Sıkılmadan, her seferinde gülerek. Obsesif bi durum olabilir, ama sadece ellen'a duyduğum aşırı sevgi yüzünden değil, hakkaten iyi komedi oldukları için izliyorum.

Sonuçta yarın okul var. Şu anda deli gibi gülüyorum. Ama yarın yorgunluktan ölücem, bunu da hiç mi hiç iplemiyorum. Bakınız ne demiş ulu ellen:

"- Are you sad? Do you get stressed? Do you have anxiety?
 - Yes... Yes, I have all those things, I'm alive!"

Haha genius!

20 Şubat 2010 Cumartesi

kemer kırbaç.

Dün arkadaşlarımla buluştum. İyi ki de ekmemişim ve gitmişim. Çocukluk arkadaşları ne garip değil mi? Bazen cidden kendini açıklaman gerekmiyor onlara. Bazen sadece dinleyip gülmen yetiyor. Şu anda yazdan beri hiç hissetmediğim kadar iyi hissediyorum kendimi, yenilenmiş hissediyorum. Dün çok güldüm ben, boş yere, sadece bir bakışa ya da bakmayışa bile güldüm. Ama çok eğlenceliydi. Dış görünüş, aman nasıl görünüyorum derdi yok. Bu insanlar beni pijamayla görmüş insanlar, onu da geçtim bikiniyle görüyorlar her yaz (vah yazık). Dediğim yanlış anlaşılır mı derdi yok. Birbirine küfür bile etsen sevgiyle ediyorsun o derece. Ben dün mutlu oldum. Kısa bir süreliğine, aklıma ciddi hiçbir şey gelmedi. Sadece eğlendim. Çocukça davrandım, saçmaladım. İyi geldi blog. Hem de çok iyi geldi.

-of çok kalabalık içersi.
-aa kimse yok ki!

Kutuları insandan sayan bir algıyla, çalışanları insandan saymayan bir algı birbirini çok iyi tamamlar.

18 Şubat 2010 Perşembe

“Every man has some reminiscences which he would not tell to everyone, but only to his friends. He has others which he would not reveal even to his friends, but only to himself, and that in secret. But finally there are still others which a man is even afraid to tell himself, and every decent man has a considerable number of such things stored away. That is, one can even say that the more decent he is, the greater the number of such things in his mind.”   

- Fyodor Dostoevsky (Notes from the Underground)

üç.*

Üç gün daha dayanırsam biticek. Üç gün. 72 saat. Dakikasını çarpıp yazamayacak kadar tembelim kusura bakma blog... Tamam tamam çarptım hadi abartmayayım demiştim ama madem çarptım yazmasam bu sefer boşuna çarmış olucam. 4320 dakika. Ne garip bi sayı dimi 4320? 4321 olsa belki daha da garip olurdu gerçi. Böyle sayılar ilginç kombinasyonlarla karşıma gelince nedense gülümsüyorum. doğumgünüm de öyledir benim mesela sadece 3 rakamla gün ay yıl, hepsini yazabilirsin. 0910(19)90. Dokuz kere on doksan. Dokuz on daha on dokuz. Öyle şeyler işte blog, çok da derin anlamlar arayamıyorum bazen her şeyde, böyle sayılarla tarihlerle gülüp eğlenmek istiyorum.

Yarın arkadaşlar dışarıya çıkarıyor beni. Onlar çıkarıyor valla yoksa ben beş altı gündür çıkıp kitap alıcam kendime onun için bile çıkmadım. Trip yeme ihtimalim olmasa büyük ihtimalle bi yolunu bulup onları ekmeyi de düşünürdüm. Aslında onları görmeyi de istiyorum blog, özledim çoğunu ama zaten üç gün sonra insanlığın içine loose cannon modeli salınacağım için ne bileyim zor geldi bi an. Bi de erken kalkmak lazım şimdi falan... Okul harcını da yatırmadım daha gerçi, onu da halledersem yarın hayırlı bir iş yapmış olurum en azından. Oooof. Sana da iyice sevgili günlük muamelesi yapmaya başladığımı fark ettim sevgili blog. Alınma valla, yazacak bişi bulamıyorum bu ara, ya aslında buluyorum da, hepsi birbirinin aynı şeyler. Çoğunlukla depresif, arada bir manik sürüklenip gidiyorum işte. Sürünüyorum, ama en azından sürünüyorum yani... Sürekli de aynı şeyi yazmak istemiyorum açıkçası buraya, ben bile sıkılıyorum çünkü bunalımlı halimden, sana da yazık dimi? Neyse işte yarın da öyle hızla geçip gidecek, bir bakmışım bi haftasonu kalmış atlatmam gereken.

Geçen gece hayatımın en garip rüyalarından birini gördüm blog. Ne alaka bilmiyorum ama ben, zuzum ve Acun Ilıcalı kebapçıya gitmişiz. Annem dah burdan sen gece aç yattın yine dimi diyerek olayın çoğunu çözdü gerçi ama devam edelim. Neyse hani böyle garsonların siparişini çizgiler çekmek suretiyle yazdıkları kağıtlar var ya, onun tamamını doldurtabilirsen sonra yediğin her şey bedavayamış galiba oralar biraz karmaşıklaştı. 9-10 porsiyon kebap (yuh) yedikten sonra hesabı ödemeye gidiyoruz. Zuzum "sadece" 10 porsiyon patates kızartması yemiş (oha), 4-5 lira bişi ödeyip çıkıyor. Sonra adamlar bana 200 lira hesap çıkarıyolar. Cüzdanı açıyorum para yok. Etrafa bakınıyorum Acun da yok. Zaten hiç sevmem adamı, hesabı da kesin bana yıkmış, neyse banka kartını uzatıp ödüyorum paşa paşa hesabı. Sonra bi de iki tane zeytinli, 4 tane de patatesli pide alıyorum, ama pide pide diil, bildiğin ramazan pidesi, eşşek kadar. Hepsi kucağımda çıkıyorum kebapçıdan, Bakırköy Meydanındayım. Şimdi gel de bunu yorumla blog. Her zamanki gibi internetten medet umarak rüyamı yorumlayacağım burda hadi bakalım...

Rüya nesnelerim... Patates. Pide. Kebap. Garson. Zeytin. Banka Kartı. Hesap. Acun Ilıcalı da demek istiyorum ama nedense ona dair bir yorum yoktur gibi geldi bi an...

"Rüyada patates görmek mal, şöhret, mutluluk ve refaha yorumlanır. Rüyada pide görmek, güzel bir iş ve para işareti olarak kabul edilir. Kebap yemek önemli bir hastalık demektir. Rüyada zeytin para kazanmak demektir. Siyah zeytin, bundan sonra rahat ve huzur içinde yaşamak demektir. (rüya-tabirleri.com)"

Hmm, yarısından çoğunu bulamama rağmen şurdan göründüğü kadarıyla önemli bi hastalık sonrasında rahat edip iyi bir iş bulup çok feci para kazanıp ünlü olucam. Ya da bi daha aç karna yatağa gitmeyeceğim.

*Hayatımda yazdığım en boş blog ödülünü bu girdiye armağan etmek istiyorum.

16 Şubat 2010 Salı

manik burcu kipi.

Bişiler oluyor sevgili blog, ben de tam olarak anlayamıyorum ama galiba bir depresyon döneminin daha sonuna geldik. Bugün izlediğim üç filmin de sonunda deli gibi ağladıktan sonra aptal bir mutluluk çöktü üzerime, ve etkisi gariptir ki hala sürmekte. Kendimle ne yapacağımı bilmemekteyim bu nedenden ötürü sevgili blog, alışkın değilim bu enerji seviyesine ben. Hareketli şarkılar dinleyip dans edesim, komedi filmleri falan izleyesim var, acayip bir durum. Okulun açılmasının deli gibi yaklaşması sonucunda feci halde gaza geldim galiba. Sonunda evden kurtuluyorum, günün yarısı için bile olsa, başka bir yerde olmak yeter, oley. Dışarda olma düşüncesi bile yeter. O kadar boğuldum ki burada, anlatamam. Dışarı çıkmak da kesmiyor bir yerden sonra aslında, kafamı meşgul edecek, zamanımı dolduracak saçmalıklara ihtiyacım var. Okul tam da bunu sağlıyor işte. Hiçbir zaman son günden önce yapmasam bile yapılacak ödevlerin sorumluluğu vicdanımı öyle bir rahatsız ediyor ki başka bir şeyden suçluluk duymaya vakit kalmıyor. Derslerde zaten ne kadar uçsam da, hayal dünyama dönsem de arada bir takip etmek gerekiyor olanı biteni. İyidir yani durumlar blogcum, aman nazar değmesin. Ha beni mutsuz eden şeylerin herhangi biri çözüldü mü? Kesinlikle hayır. Geri gelecekler mi? Kesinlikle evet. Yalnızca bir süre yorgunluk falan idare ederim gibi geliyor bu sefer. Zaten haftanın iki günü kesin ps olacak, geç çıkıcam, diğer bir iki gün de kütüphanede takılsam, her gün eve sekizde dokuzda dönsem... Ahhh hayaller hayaller. Pazartesi bi an önce gelebilir mi lütfen? Farklı bir tür Pazartesi sendromu yaşıyorum şu anda.

Yalnız bu döneme etimoloji dersiyle başlayacak olmanın hüznü de bana ve bütün sevenlere gelsin efenim. Möst epröprieyt. Ohyes.

Hamiş: The Asteroids Galaxy Tour daha sık dinlemeliyim bence, çok eğlenceliler lan blog.
Hamiş 2: Valla sarhoş değilim. Bir kez olsun mainiğim lan alışkın değilsin diye iftira atma bence.
Hamiş 3: Ama yine de seviyorum seni blogcum, yanlış anlama. Neyse gittim ben bu sefer. Cidden. Valla bak.
"There were some buildings. There are this really tall buildings and they could walk. Then there were some vampires. One of the vampires bit the tallest building and his fangs broke off. Then all of his other teeth fell out. Then he started crying. And then all the other vampires said, “Why are you crying? Aren’t those just your baby teeth?” And he said, “No, those are my grown-up teeth.” And the vampires knew that he couldn’t be a vampire anymore so they left him. The end."  

- Where The Wild Things Are

15 Şubat 2010 Pazartesi

Ve ötesi.

Kahretsin. Sadece kahretsin demek istiyorum, kötü dublajlı bir film gibi. Sansürlenecek her küfrümü kahretsinle kapsamak istiyorum. Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki, hiçbir şey söyleyemiyorum, acizim. Bu sefer genel ruh halimden de bahsetmiyorum sadece, tümdengelim yaptı bu sefer hayat bana. Zaten içimdeki sesler kafamı yeterince meşgul ederken günlük yaşamda da zorlanmasam ayıp olurdu. Ne diyeceğimi bilemedim, ben de öyle dedim. Ne diyeceğimi bilmiyorum, daha doğrusu biliyorum ama nasılını bilmiyorum. Söylemeli miyim bilmiyorum. Söylersem ne olur bilmiyorum. Bilmiyorum oğlu bilmiyorum. Ama sözcüklerimiz, konuşmalarımız tükenmesin istiyorum, bir tek onu biliyorum. Kahretsin.

Öyle işte. Ötesi falan da yok, yalan söyledim. Neden şaşırdın ki? Saçmaladım, gidiyorum.

14 Şubat 2010 Pazar

Honestly, I'm okay.

Müzik şu sıralar tahammül edebildiğim tek şey. Ne dizi izliyorum, ne film izliyorum ne de kitap okuyorum bu ara. Sadece, deli gibi, sabahtan akşama kadar müzik dinliyorum. Bugün durduk yere aklıma geldi bu şarkı, başka bir şarkının ortasında hem de. Aldığım ilk yabancı abümlerden biriydi, Dido'nun No Angel'ı. Teyzemin bana verdiği Savage Garden kasediyle beraber üst üste dinlerdim, günlerce. İngilizce desen, ortaokulun sonunda, hadi bilemedin lise başında bir çocuk ingilizcesi. İki albümü de ezberlemiştim ama dinleye dinleye. Şarkı sözlerine ilk kez geçen sene baktım, bir kaç kelime dışında hepsi doğru. Yalnız hiçbirini anlamamışım o ayrı. Sadece kelimeleri ezberlemişim... I just want to feel safe in my own skin... I just want to be happy again, I just want to feel deep in my own world... Honestly OK, en sevdiğim ikinci şarkıydı hep o albümde, ama bugüne kadar hiç bu kadar dokunmamıştı bu şarkı bana. Hissetmeden, yaşamadan anlayamıyorsun bazen. Kendine güvenini yitirmeyi geçtim, kendini kendi içinde güvende hissetmemek...

"But I'm so lonely I don't even want to be with myself anymore
..."

 ...yalnızlığın öyle bir dereceye gelmesi ki, artık senin bile kendini terk etmek, bağışlayın ama siktirip gitmek istemen. Bunları şu anda anlayabilmem üzücü tabi, isterdim ben de hissetmeden sevmeye devam edeyim o şarkıyı. Olmadı. Bir anda kafamda çalmaya başladı. Durduramadım. On a different day if I was safe in my own skin, then I wouldn't feel so lost and so frightened. But this is today and I'm lost in my own skin... Şarkıyı daha önce dinlediğim belki yüzlerce kez korku yoktu içimde. Bu kadar dengesiz hissetmiyordum kendimi. Düşüncelerim beni korkutmaya başlamamıştı. Her an olabilecek en küçük şey bile beni uçuruma sürükler diye paranoyam yoktu. O zamanki burcu'nun inandığı ve istediği o kadar çok şey vardı ki... Her şeyi isterdim, bir kısmına kavuştum, geri kalanından ne ara neden vazgeçtim ben de bilmiyorum ama bir gün geldi, hiçbirinin önemi kalmadı gözümde. İstemem gereken - beklenen - şeyleri istiyormuş gibi yaptım, en büyük mutluluğum birkaç saat sürdü onları elde etmeyi başarınca. Resmen kayboldum, ve defalarca dediğim gibi, korkuyorum. Kendime güvenmiyorum. Sadece self-confidence anlamında değil üstelik, tekinsiz hissediyorum kendimi çoğu zaman, her an zarar vermeye ve zarar görmeye açık. Her ne kadar umutları gereksiz görsem de, umuda ihtiyacım yok, hiçbir şey iyi olmayacak desem de, ben mutlu olmak istiyorum. Eğer öyle bir şey varsa, gerçekten, o derece engin ve deli bir mutluluk, bir kez olsun ben de tatmak istiyorum. Şu günlere bakıp, ne zor günlerdi, sonunda geçti diyebileceğim günü bekliyorum.

"And I'm so lonely I don't even want to be with myself anymore. I just want to feel safe in my own skin... I just want to be happy again..."   

Sonra da kendime kızıyorum, aptal beklentilerinle kendine umut aşılayıp sonra neden hayalkırıklığına uğradığını anlamıyorsun diye. Deli gibi çelişiyorum içimde. İçimdeki sesi susturmak için müziğin sesini açıyorum. Soranlara da yok bir şeyim, valla iyiyim diyorum... Honestly, truly okay. Yersen.

12 Şubat 2010 Cuma

Don't reason with me.

Şu depresyondan ölen halimle bile kendimden çok sevdiklerim için endişelenmem ne garip... ya da belki de hiç garip değil. Şu anda her şey bitecek, it's the end of the world (as we know it - illa öyle olmak zorunda da değil) deseler, oh bea şeklinde tepki verebilirim. Geçen annemle konuşurken kardeşimin ölüm ve dünyanın sonu konularına kafayı takmış olmasından konu açıldı. Ona da söyledim, bitecekse, elimden gelen bir şey yok, bitecek. Şaşırdı. Bazen sona çok yaklaşmışız, zaten uzatmalarda sürünüyoruz gibi geliyor diye eklemedim - gereksizdi. Sonu bu kadar kabullenince, kaybedecek hiçbir şeyim olmadığını hissederken kendim için endişelenmek boş geliyor. Ama üzülmesin istiyorum insanlar, tüm bunlara rağmen. Çok zor çünkü böyle yaşamak.

Dün buraya yazdıklarımın bir kısmını o insanlardan birine söyledim bugün. Her şey iyi olmayacak, yok güzel günler falan dedim. Dedi olabilir, belki haklısındır, ama insanız işte. Devam edebilmek için bir şeye inanmamız gerek, dedi. Ben artık inanamıyorum dedim, her seferinde daha da hayal kırıklığına uğramaktan yoruldum. Devam etmek için bir nedene ihtiyacımız var dedi. Nasıl bir neden olabilir ki dedim, korktu, saçmalama devam etmek zorundasın dedi, ediyorum zaten, sadece nedenimi kaybettim, ya da hiç bulamamıştım dedim. Dedi, dedim, dedik... Alıştım dedim, zaman nasılsa hızla geçecek, yapmam gereken tek şey beklemek, nedene ihtiyacım yok. Yavaşlarsa, uyurum, kabus görürsem, içerim... Günler geçer. Geceler geçer. Yaşım büyür, ben büyüyemem.

11 Şubat 2010 Perşembe

Gereksiz.

Sıkıldım, sıkıldım, sıkıldım. Bi de biraz bıkmış olabilirim. Çok tanıdık bir durum, yine bunalımdayım. Uzun süreli bunalımlar yokuş aşağı yuvarlanan kartopları gibiymiş... Her bunalım arası bir çeşit düzlük, az bir nefes aldım, mutlu oldum derken daha da büyüyüp öyle geri geliyor şerefsizler. Her seferinde başa çıkmak daha da zorlaşıyor, bir yerden sonra zaten uğraşmıyor bile insan. Sadece bir sonraki düzlüğü bekliyor, bir de arada bir yere çarpmamayı ya da uçurumdan aşağıya yuvarlanmamayı umut ediyor.

Ha yuvarlansam ne olur, onu bilmiyorum. Parçalamadığım, acıtmadığım bir yerim kalmadı ki zaten. İnandığım ne varsa sorguladım, çoğu inancımdan vazgeçtim. Her şeyin bir şekilde iyi olacağı inancı dahil. Kimi kandırıyoruz yahu? Herkeste aynı ümit: Her şey güzel olacak. Hayır, olmayacak. Aynı ümidi yıllardır yüzbinlerce insan taşıyor içinde, bazı kısa süreli kişisel mutlulukları geçersek, düzelen, güzelleşen ne var ki? Tam tersine evren dalga geçercesine önüne her seferinde daha delice, daha aptalca şeyler çıkarıyor insanın.

Bir de, neden her şey güzel olacak ümidi var ki en baştan? Kim söz verdi bize her şeyin yoluna gireceğini? Kim dedi bir yerden sonra her şey kolaylaşacak diye? Kimse. Dayanabilelim diye uydurduk belki, bilmiyorum, ama bu nedenle kimseyi suçlayamıyorum kendimden başka. Hiç sorgulamadan inanıp, sonra da olmayınca üzülmüşüm zaten olmayacak bir şeye, gereksiz.

Yeni bakış açım da bu. Hani bazen olur ya bir sabah uyanırsın, birden bire ne yapman gerektiğini bilirsin. Uzun süredir vermen gereken kararlar birikmiş birikmiş, belki de bir çeşit motto olarak sana dönmüştür. Belki de bu bilincimin okulun açılmasına az kala beni korumak için oynadığı bir oyun sadece, emin olamayacağım şu anda. Ama aslında hayatı gereksizliklerden sakınarak mı yaşamak gerek, dedim uykudan uyanır uyanmaz, artık ne gördüysem rüyamda... Bunu aman çok önemli bak ders al şeklinde yazmıyorum, zaten bak blogun adına, hem oblivious hem de insanity içerisinde bir varoluş benimki. Genel bir ders çıkarabilecek en son kişi benim büyük ihtimalle. Ama bu delilik içerisinde bile bildiğim bir şey var, o da bir şekilde varolmaya çalıştığım.

Zaman zaman kendimi umursamazlığa vururum, ya da öyle görünmeye çalışırım, zaman zaman da isyan ederim, ama bazen yaşam fonksiyonlarını minimuma indirmeden yapamıyorsun. Bünye kaldırmıyor hiçbir şeyi. İnsanlar arasında, evde yalnızken, sokakta, hiç fark etmiyor, sürekli başın dönüyor, miden bulanıyor. Panik atak benzeri semptomlar göstermeye başlıyorsun, ağlama nöbetleri, titremeler, birdenbire kulakların uğuldamaya, gözlerin yaşarmaya başlıyor mesela her gün yürüdüğün bir yolda. Acıkmıyorsun, uyuyamıyorsun, kitap okuyamıyorsun, film izleyemiyorsun, müzik bazen yatıştırıyor seni ama şarkıların sonunu getirecek sabrın olmuyor genelde... O zaman yapabileceğin tek şey, biraz dinlenmek, hem ruhen hem bedenen. Gerekli mi gereksiz mi?

Bahsettiğim gereklilik/gereksizlik saf pragmatist, maddi bir durum değil. Önüne gelen bir kitabı sınav için okumak değil de, entellektüel bir açlığı bastırmak için okumak da bir gereklilik bence, hatta sınav için okumak gereksiz bile olabilir duruma göre. Benim kastettiğim anı kurtarmak, yaşamak için değil de akıl sağlığın için anlık kararlar verebilmek. Kimseye, kendine bile bir süre söz vermemek. Plan yapmamak. Zaten fazlasıyla yorgun bir zihni artık bi rahat bırakmak.

Ha bunu yapabilecek miyim, orasını ben de henüz bilmiyorum. Daha çok umursamazlık maskesine sığınmışım gibi, gülüyorum yerli yersiz. Ama o maske kendinle başbaşa kalınca sökmüyor, insanlara yalan söyleyebilsen de, içinden salak bir ses bağırıyor gerçekleri. Maske? Gereksiz. Zaten ne hissettiğimden emin değilim, bilmediğim bir şeyi kimden, neden saklayayım? Ama ben şimdilik duruyorum, zaman nasılsa geçiyor. Kimse benim durduğumu fark etmeyecek bile, biliyorum. Belki gücümü biraz toplayabilirsem... Neyse. Gereksiz bir düşünceydi, boşver.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Game Over.

Çocukluk günlerimdeki gibi hissediyorum kendimi. Atari oynarken binbir çabayla son bölüme kadar gelip son kötü adamla savaşırken öldüğümde - ki bu sinir bozucu derecede çok olurdu - ekrana gelen o "Game Over" yazısına karşı beslediğim hisleri bunu yaşamamış birine anlatamam heralde. Önce üzülürsünüz, gözleriniz falan dolar eğer kendinizi çok kaptırdıysanız, sonra karnınızdan bi yerden başlayarak bütün vücudunuzu derin bir öfke kaplar. Daha sonra gelen oyun konsollarının heyecan yaratma konusundaki eksikliği, en azından benim üzerimde, atarinin kaydedilemez olmasından kaynaklanır bence. Heyecan öyle basit bir heyecan değildir, oyuna kendini iyiden iyiye kaptıran için bir gerginlik kaynağıdır hatta. Neyse, konuyu dağıttım yine.

Oyunlardan atariden falan bahsetmemin nedeni nostalji yapmak değil burda, daha çok şu anda yaşadığım duyguyu anlatabilmek. Nereye baksam dev bir "game over" yazısı görüyorum bu aralar. Kendime ne söz verdiysem bozdum son birkaç ayda, bir daha yapmayacağım dediğim neredeyse her şeyi yaptım, yapacağım dediğim hiçbir şeyi de yapmadım. Epic fail. 

Üniversiteye başlarken kendime verdiğim sözlerden biri, kimseyi o kadar da takmamaktı. Yeni bir hayat demiştim, umursama artık. İnsanlar ne düşünürse düşünsün, ne beklerse beklesin. Yapamadım. Hala deli gibi umursuyorum etrafımdakilerin ne düşündüğünü, hala herkesin önünde farklı biriyim.O kadar fazla ben var ki, yoruldum artık hepsine hakim olmaya çalışmaktan. Ne kadar çok ben, o kadar çok yalan ve ben artık ne söylediğimi unutuyorum. Açık vermemeye çalışırken çok yoruluyorum. Hayat yeterince zor zaten, bir de bununla uğraşmak...

Sonuçta "game over". Kendimi öyle bir kıstırdım ki köşeye, tek çarem baştan başlamak. İnsanları kaybetmeyi göze alarak, üzülmeyi, bazılarını da üzmeyi göze alarak başlamak. Daha seçici davranmak, insanları gerçekten tanımaya çalışmak ve biraz daha açık olmak. Bilmiyorum, çok da kolay olabilecek bir şey değil bu, ama denemekten de başka çıkış yolu göremiyorum.

2 Şubat 2010 Salı

İnecek var.

Bir gün alıp başımı gitsem ne olur çok merak ediyorum. Sonsuza kadar değil, belki bir haftalığına bile değil ama kimseye bir şey söylemeden, kendim bile önceden planlamadan çekip gitmek istiyorum. Her seferinde daha da yaklaşıyorum otobüsten yanlış bir durakta inmeye, yanlış durak yok çünkü, benim için belirlenmiş olan ve olmayan duraklar var sadece. Her gün metrobüsle yaklaşık 14 durak geçiyorum en azından. İki yılda bunların sadece 5'inde inmiş olmam garip değil mi? Bir kez de ben karar vermek istiyorum ineceğim durağa, nerede bitip yolun nerede başlayacağını ben seçmek istiyorum.

O kadar kesin ki kafamda bu arzu, sahne sahne yaşadım kendi içimde defalarca o anı. Kalabalık bir otobüste gidiyor olacağım. O kadar kalabalık ve sıcak olacak ki camların buğusundan dışarıyı göremeyeceğim. Bu durumda ne zaman kalsam - ki bu gereğinden fazla oluyor genelde - olduğu gibi gözlerim dalmaya başlayacak, insanlar üzerime üzerime gelmeye, büyümeye başlayacaklar. Oturduğum koltukta küçüldüğümü hissedeceğim. Midem bulanmaya başlayacak, ve kusmamak için yukarıya baktığımda otobüsün tavanındaki panelleri sayacağım. Önden arkaya 7 tane dikdörtgen panel, 4er sıradan 28 tane. 6 önde 4 arkada olmak üzere 10 tane lamba. Kapılar, koltuklar derken bir tek insanlar kalacak saymadığım, onları saymaya gücüm yetmeyecek bir.

Bir anda yerimden kalkacağım, koltuğa dayanmış ayakta bekleyen bir yolcu daha ben koltuktan tam kalkmadan oturacak boşalan yere. Birbirine fazlasıyla yakın duran insanları rahatsız ede ede ve bu kez umursamayarak düğmeye basacağım. Bir sonraki durakta inecek var. Otobüs kimbilir hangi aracın önünü keserek durağa yanaşıp kapılarını açacak. Pardon, bir saniye, geçebilirmiyim diyerek, insanların yüzüne bile bakmadan ineceğim.

Sonrasını bilmiyorum, hangi durakta ineceğimi, indikten sonra ne yapacağımı da. Ama durmam gerektiğini hissediyorum artık. Bırakın otobüs benim metaforum olsun. Bir durakta inmem, biraz başıboş dolaşmam, kafamı toplamam lazım. Serseri bir hayat lazım bana, kimsenin bana ulaşamayacağı, kimsenin beni bulup zorla geri getiremeyeceği bir hayat. Bir gün geri dönerim heralde. Fazla evcilleştiğimin farkındayım, artık istesem de tamamen özgür olamam. Bir yere, bir kişiye o da olmadı bir amaca bağlanma içgüdüm fazlasıyla canlı henüz. Ama bir hayattan çalınan bir mola? İşte bunu yapabilirim.