30 Mart 2010 Salı

hırsız(ın) kollar(ı).


Like a letter in a stolen purse,
She was bored of her weight, she was bored of her words...

Sıkıntı, hiç bitmeyen bir sıkıntı, kapkara, ucu bucağı görünmeyen bir deniz sanki. Fazlasıyla durgun, potansiyel olarak fazlasıyla hırçın. Kendimden sıkıldım, sözlerimden sıkıldım, hayatımdan çok ama çok sıkıldım. İstediğim şeylere ulaşmak öyle zor ki. Hapsolmuş gibi hissediyorum kendimi burda, bu bedende, bu kelimelerin içinde. Çeşitli filozoflar (misal Wittgenstein) gerçekliğin kelimelerden ibaret olduğunu, daha doğrusu kelimelerle inşa edildiğini söylerler. Benim bir gerçekliğim yok, bir türlü tamamlayamıyorum sözlerimi.Olan yıkık dökük gerçekliğim de çoğunlukla yalan zaten. Durum böyle olunca, sıkılmamak tuhaf olurdu aslında. Burada boğulmamak, duvarların üstüme üstüme gelmemesi, eve girer girmez midemin bulanmaya başlamaması -güzel olurdu ama- olamazdı.
 
...she was bored of her look, she was bored of her name...

İnsanların daha bana bakar bakmaz hakkımda bir yargıya varmaları rahatsız ediyor beni bazen, çünkü herkes yapıyor bunu, ben dahil aslında. Sıcak bir insan gibi görünüyorsun, dedi bugün biri bana, seninle arkadaş olmak kolay, dedi. Kendime de o kolaylığı sağlayabilsem keşke. İlk izlenimleri de geçtim, değiştirmesi daha zor olan kendi elinle, özenle hazırladığın ve taktığın maskeler. Bataklık gibi hayat, hayatına doldurduğun her şey ayak bileklerine yapışıp seni daha da dibe çekiyor sen kurtulmaya, suyun yüzeyine çıkıp nefes almaya çalışırken, dibi boylayıveriyorsun.

Like the water when the sea got rough,
She was bored with the breeze, she was bored of her luck.


Hayat hep mi çok acımasız peki? Hayır değil. Nankörlük etmenin anlamı yok, fakat ufak tefek günlük zaferler de bana mısın demiyor bir yerden sonra, zaten fark etmiyorsun bile çoğunu. Şansına küsüyorsun, içine kapanıyorsun, kimseyle konuşamadıkça daha da kötüleşiyorsun, kısır döngü başlıyor yani. Kıramıyorsun. Fakat ne olursa olsun etrafında insanlara muhtaç hissediyorsun kendini. Kendi sözlerinden sıkılsan da, konuşurken sen bile artık kendini dinleyemiyorsan da, vakit geçsin diye konuşuyorsun. İnatla gülümsüyor, gülüyorsun. Yalnız kalmak, zaten aslında yalnızken en büyük korkun haline gelmeyi başarıyor. Başka bir yerde, başka biri olarak başlayabilecek olsan, maskelerinden, her şeyinden, adından bile kurtulmayı başarabileceğin bir yerde olsan, ya da sadece burada olmasan belki yalnızlıktan da o kadar korkmazdın. Burcu, Burcu kaldıkça, değişen bir şey olmayacak çünkü, ne burada, ne de paralel evrenlerde. Kendini yeniden sevmeyi öğrendiğinde, hayatını da sevecek belki. Belki de Burcu hala salak salak inanmak istiyor bir çıkış yolu olduğuna, olmasa bile inanmak. Nelere inandırıyor o kendini her gün, bir umuda mı inanamayacak?

She said, "Leave me alone but just don't leave me here, all right?"
Aye, all right...

27 Mart 2010 Cumartesi

...

Garip günler bunlar, blog. Gecesi gündüzüne karışmış, hiçbir şeyi kesin ya da belirli olmayan kararsız günler bunlar. Sonu bir yere varacak elbet, ya da en azından ben öyle umuyorum, ama şimdilik pek de umursamıyorum varış noktamı. Sonuçta gidiyor muyuz, gidiyoruz. Durdurabilir miyim, durduramam. Olmuyorsa olmuyor işte, zamana takılıp akıyorsun.
 
"Alice: Would you tell me, please, which way I ought to go from here?
The Cat: That depends a good deal on where you want to get to.
Alice: I don't much care where.
The Cat: Then it doesn't much matter which way you go.
Alice: …so long as I get somewhere.
The Cat: Oh, you're sure to do that, if only you walk long enough."
 

Bazen keşke bir de kedim olabilse diyorum, alerjim olmasa alırdım bi tane eve heralde. Köpekler daha çocuksu - yaşlı da olabilir - garip bir sakinlikleri var, sürekli güvenle, umutla bakıyor gözleri. Daha çok kediye benzemek lazım. İnsanlara o kadar güvenmemek, biraz daha akıllı olmak lazım. 

23 Mart 2010 Salı

drowsy.

Bu sabah hayatımda ilk kez kalkamadım blog. Bildiğin, uyanmış olmama rağmen, kendimi deli gibi zorlasam da yataktan kalkamadım. Çok feci hastayken bile olmaz bana böyle şeyler, korkunç bir duyguydu. Anneme seslendim, bir saat kadar sonra yine seslensene bana dedim ve anında yeniden uykuya daldım. Sonrasında kalkmak yine zor oldu, ama omurgam vücudumdan sökülmüş gibi hissetsem de kalktım okula gittim işte. Ne metrobüste ne otobüste okudum, ellerim yine deli gibi titreyip durdu. İyi değilim ben be blog, dalga geçiyorum falan ama hakkaten bazen korkuyorum bişi olacak diye. Akşama doğru iyiydim ama mesela. Dengesini bozmuşum bi kere vücudun artık imkanı yok düzelmiyor, ben de acı çekiyorum işte. Bu kadar basit. Başım dönüyor hala, kafam bin dünya, neyseki akşam oldu, yatak yakında beni bekler yine.

21 Mart 2010 Pazar

over-(al)ready.

Günlerdir gecenin bir köründe yatıp, sabah da oldukça erken uyanıyorum. Yorulduğumu hissedebiliyorum her bir yerimde ama uyumak da istemiyorum. Uyurken bir şeyler kaçıyormuş gibi geliyor, zaten hep sabit dururken ben hayat geçip gidiyor, bari buna uyuyarak katkıda bulunmayayım diyorum. Bir de yeni başlayacak günlerden korkuyorum. Gece, odamda yalnız başıma mutluyum (!) ben, lafın gelişi tabi, ama en azından rahatım be blog. İnsanlarla uğraşmak istemiyorum. Bugün neler olacak bakalım, yolda nelerle karşılaşıcam, okulda kimler yine ne gibi salaklıklarda bulunacak diye düşünmek is-te-mi-yo-rum! Biliyorum ki yatsam gözümü kapatıcam ve anında sabah olacak. Hazır değilim belki ben güne başlamaya? Neden gün kendi kendine başlamak zorunda ki? Beni beklese biraz da, beraber kararlaştırsak, ben kendimde o gücü bulunca başlasa her şey. Tatillerin belki de tek sevdiğim yanı gün ben uyanınca başlar diyebilme lüksü zaten.

Sing me to sleep, sing me to sleep. I'm tired and I, I want to go to bed... Sing me to sleep, sing me to sleep and then leave me alone. Don't try to wake me in the morning 'cause I will be gone. Don't feel bad for me... I want you to know, deep in the cell of my heart I will feel so glad to go. Sing me to sleep, sing me to sleep. I don't want to wake up on my own anymore... Sing to me, sing to me... I don't want to wake up on my own anymore. Don't feel bad for me... I want you to know, deep in the cell of my heart I really want to go. There is another world, there is a better world...Well, there must be, well, there must be, well, there must be... Well, there must be... Well ... Bye, bye, bye, bye. Bye ...

Bu şarkı beni ağlatıyor, hep aynı yere gelince, "well there must be...", başka türlü bir şey sendromu bu, var başka bişi, başka bir varoluş, başka bir dünya, yaşam, evren. Çünkü olmak zorunda. Başka açıklaması yok, inanmak istediğim ve inanabildiğim tek şey bu. Hayat bu kadar olamaz, olmamalı. Bir yerlerde bir şeyler beni bekliyor olmalı, gördüğümde bulduğumda dokunduğumda, evet, işte hep aradığım şey, sonunda buldum seni, diyebileceğim. Biliyorum, görünce beni hep tanıyordum diyeceksin. Rüyalarımda hep sen vardın, hep tanıyordum diyeceksin. Okuduğum her cümlede, konuştuğum her insanda, gördüğüm her güzellikte... Sen de varsın, sen hep varsın... Sadece aşk anlamında da değil bu. Bir fikir, bir eşya, bir amaç, bir umut ya da bir inanç. Hep var olan ama bir türlü göremediğim o şey.

19 Mart 2010 Cuma

deli.

Göremeyince konuşmak istemek, görünce konuş(a)mamak, yaklaşmak istemek ama uzaklaşmaya çalışmak, uzaklaşmaya çalışırken yanına gitmek, unutmaya karar verip bütün gün onu düşünmek... ve daha nice saçmasapan davranış. Evet, ben bir mazoşist ve de duygusal açıdan tam bir moronum.

16 Mart 2010 Salı

öyle bir girdi ki.

Aslında yoktu, hayır yazacak bir şey bulamadığında -ve yapacak yığınla işin ve deli gibi uykun varken- yazma sorunluluğu (bkz. Freudian slips in writing - z/sorunluluk) hissetmek neden? Neden böylesin be beyin? Normal zamanlarda gelse ya şu istek, ya da ihtiyacım olduğunda. Of.

O da değil de, çok garip hissediyorum kendimi be blog. Uyuştum yine. Kahveyi de bıraktım zaten, uyuşmayı direkt kendim seçmiş bile olabilirim. O kadar az hissediyorum ki şu anda, o kadar boş ki kafam ve kalbim. Özlemişim bir yandan böyle hissetmeyi, bir yandan da asla uzun süreli bir çözüm olmadığını bildiğimden bu ruh halinin, kendime kızıyorum. Bu kadar uçlarda yaşamamalıyım duyguları, bir dakika bütün hücrelerimle hissederken hayatı, akabinde derin bir transa geçmemeliyim. Her şeyi geçtim, kendi dengemi mal ediyorum böyle. Neyse, zorlanımlı da olsa yazamıyorum bu gece. Beynim çalışmıyor resmen, az bişi ödev var, yapıp uyumak lazım.

Sonra sabah, sonra akşam, sonra bir daha sabah. Ya sonra?

14 Mart 2010 Pazar

Apprehensions.

There is this white wall, above which the sky creates itself---
Infinite, green, utterly untouchable.
Angels swim in it, and the stars, in indifference also.
They are my medium.
The sun dissolves on this wall, bleeding its lights.

A gray wall now, clawed and bloody.
Is there no way out of the mind?
Steps at my back spiral into a well.
There are no trees or birds in this world,
There is only sourness.

This red wall winces continually :
A red fist, opening and closing,
Two gray, papery bags---
This is what I am made of , this and a terror
Of being wheeled off under crosses and a rain of pietas.

On a black wall, unidentifiable birds
Swivel their heads and cry.
There is no talk of immortality among these!
Cold blanks approach us :
They move in a hurry.

- Sylvia Plath

Aslında Mad Girl's Love Song ("(I think I made you up inside my head.)") en sevdiğim şiiri olabilir ya da daha doğrusu en sevdiğim diyerek seçebileceğim bir şiiri yok bu kadının, neredeyse yazdığı her şeyi severim diyelim... Bi Sylvia Plath, bir de Virginia Woolf, çok benzerler bazı açılardan birbirlerine. Acı çeken ruhlardır, bir türlü huzuru bulamamışlardır. The Hours filminde bir sahne vardır, Virginia Woolf tek başına oturur tren istasyonunda, gidemez, zaten kocası da onu bulmuştur bile. "You can't find rest by avoiding people" - gibi bir laf geçer orda. Haklıdır da. Kendileridir çünkü sorun - ya da çözüm.

Bu iki kadını aklıma getiren John Frusciante'nin bir şarkısı oldu aslında. "The Will to Death" şarkının adı, orda da şöyle bir şey denmektedir, "The will to death is what keeps me alive, it's one step away, step away. Limitations are set, only then can we go all the way, all the way." devamı da çok pis can yakar aslında, yoldan geçen arabalara dikkat ettin mi hiç der, hızla yaklaşıp bir anda geçip giderler, ve onlar için hiçbir şey fark etmemiş olur - kısacası Frusciante abimiz metaforun kaşını gözünü yarar orda. Ama katılmadan edemiyorum o adama. Beni şu son birkaç senedir delirmekten alıkoyan neredeyse tek şey, Sartre'ın dediği gibi "Suicide is an alternative." görüşü belki de. Bitirebileceğini bilmek, bazen devam etmeni sağlayan tek şey. Virgina Woolf ve Sylvia Plath da o yolu seçmiş işte. Yapamayacaklarını, fazla acı çektiklerini ve karşılığında pek bir şey almadıklarını anladıklarında belki de hayata bir siktir çekip bitirmişler çilelerini.

Ha ben mi? Ben hala dayanıyorum bir şekilde. Hayallerim olmasa da kafamda belirli, yine de henüz işim bitmedi buralarda. Bir şeyler arıyorum, bazen buluyorum, ne aradığımı anca bulduğumda fark ediyorum. Bazen hiç bulamıyorum. Ama henüz vazgeçmedim, vazgeçemiyorum.

12 Mart 2010 Cuma

güzel bir gün.

Ne garip dimi, bazı insanlar var, ne olursa olsun hep sana çok yakın oluyorlar. Yıllarca görüşmesen bile mesela, ya da aranızda uzun yollar olsa da, görüştüğünüz zaman hiç ayrı kalmamış gibi devam edebiliyorsun. Hala aynı şeylere görüp, benzer şeyler yaşadığını fark ediyorsun, biraz daha az yalnız hissediyor insan kendini, benim şu anda hissettiğim gibi. Nedeni yok, birbirini sürekli aramana, her an dip dibe olmana gerek yok ya da ne bileyim, arkadaşlar arası olağan triplerden arınmış bir durum, sadece ve sadece birbirini yaşanmışlıklar açısından değil de, karakter olarak çok iyi tanımaktan ve sevmekten gelen bir his. Evet çok yalnızım, çok sık bunalımlarda geziniyorum. Ama böyle bir arkadaşım olduğu için dünyanın en şanslı insanlarından biriyim. En yakın arkadaşım değil belki ama, birlikte vakit geçirilen bir günün gecesinde ilk kez kendimi yalnız hissetmediğim biri. Beni mutlu eden, güldüren, dinlemeyi sevdiğim biri. Evet, bu gece ne canım sıkılıyor, ne de üzgünüm. İçimde garip bir rahatlık - hatta mutluluk belki de. Keşke daha çok olsa böyle insanlar. Keşke herkesle böyle karşılıksız, sadece sevgi ve saygıyla dolu bir arkadaşlık kurulabilse -aşkı falan geçtim, saf arkadaşlık bile yok etrafımda. Bugün güzel bir gündü blog, aslında pek bir şey yapmamış olsam da.

Bir arkadaş, bir şarkı ve biraz da yağmur. Bunlar insana yetiyor bazen.

9 Mart 2010 Salı

savunmasız.

Her şeyi kafamda yaratmış olma ihtimalimden deliler gibi korkuyorum. Büyük ihtimalle de öyle zaten. Her şeyi ben uydurdum kafamdan. Bir sürü aslında hiç var olmamış an. Öyle bir hale geldim ki, bunu bile bile heyecanlanmaya devam ediyorum, kendime yalan söylemekte, kendimi kandırmakta sınır tanımıyorum. Şu anda her şey sadece benim kafamda oldu derken birazdan tek bir kelimeyle bütün umutlarım tekrar canlanabilir hatta. O kadar da salak bir bünye bu işte. O da işte o kadar acımasız.

Cevaplarımı beklerken ben beklentilerimden yoruldum. Artık bir şey beklediğim de yok gerçi, içimde her şey, kalbimde, beynimde. Ben her olası senaryoyu kafamda onunla yaşarken, o varsın bana bir cevabı çok görsün, ne olur? Kimse kalp kırılmasından ölmemiş ya da salaklıktan... Zaten gitmeme o kadar az kaldı ki. Geçecek, bunların hepsi geçecek, unutulacak, başka türlü bir çıkış göremiyorum çünkü. Where is the trap door, the cartoon escape hatch for me? Yok hiçbiri. Eternal Sunshine aklıma geliyor bu ara sık sık, yeniden izlemeye de cesaretim yok aslında, ne onu ne de (500) Days'i. Melodram bağımlısı ev kadınları gibi bu iki filmi üst üste defalarca kez izleyip ölebilirim. Ölsem ne olur ki zaten... mutlu olur muyum o zaman? Sanmıyorum. Ama şu ruh haline körükle giderek bunları izlemek, the Smiths, Frusciante, Tindersticks etc. dinlemek tam bir ruhani intihar.

Neyse şimdi bu salak gidip biraz daha dibe vuracak.

8 Mart 2010 Pazartesi

vergangenheit.

Çocukluktan ilk gençliğe adım attığım ilk yıllar. Hala inatla erkek çocuklarıyla futbol maçı yapan, küfür eden afacan bir kız çocuğuyum. Ananem "Ali'm" derdi bana o zamanlar, hala da der arada. Çocukluk arkadaşlarımdan çoğu yazlıktan taşınmış, en yakın arkadaşımla kalmışız. En sevdiğimiz oyun hırsız polis o zamanlar, ama iki kişi de oynanmıyor ki... En sonunda hırsız polis oynarmışcasına aynen evlerin arkalarına dalıp bütün siteyi baştan sona geçmeye karar verdik, ev sahiplerine yakalanmadan. Şimdi evlerin arkasına baktığımda, arka dediğim de minik bir verandamsı bahçemsi bişi, bazıları meyve sebze ekmiş, kimisi dolap, müştemilat falan yaptırmış, ikiz villa şeklindeki evler birbirinden çeşitli yükseklikte duvarlarla ayrılmış falan, gayet sıradan yani. Fakat o zamanlar hayalgücümüz deli gibi coşkulu, ne maceralar yaşıyoruz bir site boyunca...

Sitenin bizim evin de bulunduğu sol tarafını bitirdikten sonra, sağ tarafına geçmiştik. Sitenin başından aşağıya gideceğiz, sahile yani. İlk ev, kolay, sahibi zaten yaşlı bir adam, saat dokuz bilemedin onda yatar. İkinci ev, problemli. Yıllarca arkadaki saksıların vs. devrilmesinden, ekilen fidelerin kırılmasından bıkan ev sahibi, en sonunda evimde yer açıcam bahanesiyle çamaşır makinesini arkaya koyup, onu da hırsızlardan koruyacam diyerek evin arkasını iki metre demirle kapatmış. İki metre demir, uçları sivri. Yalnız bilmiyor ki, orayı kapatması bizim o maceralarımıza ayrı bir heyecan katmış durumda, çünkü tırmanıp üzerinden atlayamayacağımıza göre, demirlere bir yere kadar tırmanıp, asılarak yan siteyle bizim siteyi ayıran duvarın üzerine çıkıp, duvar boyunca çam ağaçlarına tutunup, sonra inmekten başka çaremiz kalmamıştı.

Demirlere tutunduk. Arada şekil olsun diye yapılan yapraklar falan olur ya demirden, onlardan birine bastık, duvar seviyesine yükseldik, dikkatlice duvara geçik. Adımları birbiriyle tam hizalayarak, yan sitede hiç bilmediğimiz insanların bahçelerine düşmekten korkarak, ilerledik. İnme vakti gelmişti. Önce arkadaşım indi. O anda evin içinden gelmeye başlayan merdiven sesi, açık bir şekilde ev sahibinin aşağıya inmekte olduğunu göstermekteydi. Korku, panik, deli cesareti, ben de bilmiyorum tam, ama çam ağacına tek elimle asıldığım gibi aşağıya doğru kaydım. Bir anlık acı, hem ellerimde, hem de vücudumda. Umursamadım pek, ellerim çizikler içinde kalmıştı, siyah tişörtüme sildim çizgi halinde beliren kanları. Sonra koşmaya başladık sahile doğru, yakalanmamak için. Yolda her adım atışımda gövdemin üst kısımlarının acıdığını hissettim. Karnıma doğru sızan şeyin ter değil de kan olduğunu elimi tişörtümün içine sürünce anladım. Çam ağacına sürtünerek kayan ben, yeni gençliğimin getirdiği göğüs olgusunu hiç hesaba katmamışım meğer. Göğsümdeki yara, o geceden kaldı, ertesi gece sırf inadına aynı yerden bir daha geçtim, bu sefer yaralanmadan.

Kronolojik sırayla gitmiyorum bunları anlatırken, ama göğsümü yaraladığım yazdayız yine. Ya da belki de bir önceki ya da sonraki yaz, çok da önemli değil o kısmı. Yan sitede arkadaşlar edinmişiz, onlar bizim siteye gelip gidiyorlar ama benim geceleri yan siteye gitmeme izin yok. İzin olmamasını takan da yok tabi. Sık sık iki site arasında duvarın en alçak olduğu noktadan yan siteye kaçmaktayız arkadaşlarla. Yaş en fazla onbir, bilemedin oniki. Yan siteye atladığımız anda bahçesine düştüğümüz evin sahibi yaşlı bir teyze ve bizim paldır küldür geçişimizden hiç memnun değil, aslında haklı da, dört kişiyiz, hepimiz çocuğuz bir de, en büyüğümüz ben, en küçüğümüz de benden dört yaş kadar küçük. Bir gece yine yan siteye kaçıyoruz. Herkesin atladığından emin olduktan sonra en son ben atlıyorum duvardan, hepimiz koşarak geçiyoruz iki ev arasındaki dar yoldan. Şimdi, yaşları vermemin asıl nedeni şu, aramızda en büyük ben olduğum için, boyu en uzun olan da benim. Bir kişi çıkıyor yan sitenin ortasına, sonra diğeri, sonra üçüncümüz, en son ben koşuyorum, cart curt sesler, bir acı, sitenin ortasına kadar geliyorum o hızla, sonra sırt üstü yere devriliyorum, elimi yüzüme bir atıyorum, kan. Hasta ruhlu teyze çarprazlama çamaşır ipi germiş iki ev arasına biz geçmeyelim diye. Bu iki "kaza"da da eve gidememiştim korkudan, hep yasak çiğnerken gelmişti başıma bunlar. Her seferinde önce çeşmede yıkamıştım kanları, sonra deniz suyuyla ovmuştum, en son da selpak kağıt havlu falan isteyip arkadaşlardan kanama durana kadar bastırmıştım. İkisinin de izi en az sekiz yıldır vücudumda. Annemler hala bilmezler alnımdaki izin sebebini, göğsümdeyse yara izi olduğunu bile bilmezler.

Son olarak bacağımdaki yara. Yaşamımın prehistorik döneminden aklımda kalan nadir şeylerden biri. Yıl 1996, yaşım altı yani. Sitede benim yaşlarımda kimse yok, yaşı bana en yakın arkadaşım 87'li. O yıllarda tam istenmeyen çocuğum, annem resmen zorla diğerlerinin yanına yamıyor beni, her oyunda fasulyeden oynuyorum falan, çok ezik durumlar. Her sene sitede yaz sonu gösterisi yapıyor bunlar. Ben de gidiyorum bir heves, bana da bir rol verin, ne olursa olsun. Olmaz, diyor bir arkadaş. Biz çoktan bölüştük rolleri, seni istemiyoruz. Tabi bu kadar acımasız konuşmamış olabilir ama benim aklımda Türk filmlerinden bir sahne gibi böyle kalmış bu olay. Mor bisikletime atlıyorum, deli gibi pedal çevirerek eve gidiyorum, ama ağlamamak için de kendimi o kadar zor tutuyorum ki bir yandan da... Ayağım pedaldan kayıyor bir anda, pedalın sivri kenarı sol bileğimi son hızla dönerek resmen parçalıyor. Yolda damla damla kan izi bırakarak eve gidiyorum, gözyaşlarını da koyvermişim bu arada acıdan güç alarak. Evde annem pansuman yaparken bacağıma, o (İ) geliyor. Hayatımda aşık olduğum ilk kişi. O anda bile aşık olmuş olabilirim ona hatta, altı yaşımdaydım, ama o zaman bile çok güzel olduğunu bilirdim onun. Diğerleri umrumda bile değildi, sadece onunla arkadaş olmayı isterdim. Site boyunca koşardı, uzuncana kahverengi-sarı saçları vardı. Çok güzeldi, çok. Ve o gün benim peşimden koşmuştu. Benim ağlayarak oturduğum koltuğun önüne çömelip, ağlama, demişti bana. İstersen sen de katılabilirsin bize demişti. Üzülme sen, demişti.

Bir iki yıl sonra bir daha hiç dahil olmamak üzere ayrıldım onların grubundan, daha sonra da o hayatımdan çıkıp gitti, bir kez sarılarak bana, belki de hayatımda ilk kez. Beş altı yıl falan oldu heralde onlar evlerini satıp başka bir şehre taşınalı, fakat bugün bile hala ne zaman bacağımdaki o kalın beyaz ize baksam, aklıma o gelir. Sahilde güneşlenişi, gözlerinin içi parlayarak gülümseyişi, her şeyden öte de, o altın kalbi. Kimseye kötü davrandığını görmedim, duymadım, hala. Hayatımın ilk kalıcı yara izi, ilk aşkım, çoook eskilerden bir anım. Beni ben yapan parçaları arıyorum belki, geçmişi düşünürken. Bazı hatırladıklarım beni bile şaşırıyor, o kadar açıkmış ki bazı şeyler, görmek istememişim yıllarca. Kendimle ilgili bazı şeyleri fark ettim de ne oldu gerçi, o tartışılır.

Bazen çok özlüyorum o zamanları. Kendimle olamadığım her an, bu evde duvarların beni yutmaya başladığı her saniye, gözlerimi yummak ve yazlığa, yıllar öncesine gitmek istiyorum. Her şey o kadar basit olabilse keşke yine. Yine kaçıp kovalasak birbirimizi, ailelerimiz zorla bizi güzel rüyalar görmeye yatırıncaya kadar.

6 Mart 2010 Cumartesi

what. the. fuck. ?!.

Sevgili hayat - bak şu anda blog diye de yazmıyorum, direkt hayat diye daldım konuya -, neyse, sevgili demek istediğim ama çoğu zaman .mına koyduğumun ve benzeri hiç de hoş olmayan sıfatlarla tanımladığım hayat,

Sadece ve sadece kimsenin okumayacağını bildiğim yerlerde yakınmaktayım senden çoğunlukla. Hani insanlara bi iki dedikodunu yaptıysam, ardından kulis çevirdiysem, hakkaten çok boğulmuşumdur, kötü niyetim de yoktur. Sonuçta az çok, iyi kötü yaşayıp gidiyorum işte. Ammavelakin, bazen öyle şeyler yapıyorsun ki bana, filmlerdeki asil İngilizler gibi deri eldivenlerimi çıkarıp tokatlamak istiyorum seni. Hayır anlamıyorum, ben sana ne yaptım? Yanlış anlama beni hayat, senden bişi istediğim yok, sadece uğraşma benle.  Rahat bırak beni, ne iyiliğini ne kötülüğünü istiyorum, senin bana nasıl borcun yoksa benim de sana yok.

Çoğunlukla kaldırabiliyorum başıma gelenleri, herkes acı çekiyor diyorum, herkesin derdi var, kimse öyle mutlu değil. Ailemle sorunlarım, hastalıklar, ölümler, boşanmalar, gidenler, söyleyemedikçe içinde büyüyen gerçekler ve bir dolu yalanlar... Kaldıramayacağımız yük değil dedik hep. Sınanıyoruz belki... Karakter geliştirir hem acılar değil mi?

Hadi ordan.

Senin yaptıkların artık bir çeşit dalga geçmeye dönüştü benimle. Ha diyorsan ki, size ailecek gıcığım var, inatla gülümsüyorsunuz, hepinizi mahvedicem uleyn, eyvallah. Mutlu görünmeye çalışan zavallı sıradan insanlarız, ama istersen hepimizi mum edersin, bunu ikimiz de biliyoruz. O zaman ben de sana sormak istiyorum, neden bu gereksiz güç gösterisi üzerimizde? Neden?

Sıktın beni, boğdun, bitirdin. Zaten mal olmuş bir bünyeyi tuttun silkeleyip yere attın. Teşekkür ederim hayat, bazen hakkaten başka ne diyebileceğimi bilmiyorum sana. Sevmeyenim var, beni üzmek için elinden geleni yapar. Sevenim var, yardım edeyim derken daha beter yaralar. Duyanım yok zaten, biliyorum bu yazdığım da nafile, sen de duymayacaksın.

Neyse, sevgiler, saygılar,
Lütfen bir süre görüşmeyelim,
Sağlıcakla kal,
Seni sık sık düşünen mağduren,
B.

5 Mart 2010 Cuma

yaratık.

Uyuyamıyorum blog, uyuyamıyorum. Geceleri erkenden uykum gelmesine rağmen üçe dörde kadar yatağımda gözlerim tavana dikili yatıyorum. Sabahları da yedide uyanıyorum. Uyuyamıyorum. Uyuduğum o kısa aralarda da rüya görüyorum, kabuslarım biraz yatıştı sanki bu aralar. Ama bir hafta boyunca her gece üç saat uyku nereye kadar götürebilir ki beni? Sabahları aynaya baktığımda bana geri bakan yüz benim yüzüm değil bazen, o kadar yabancı. Gözlerinin altı mosmor, teni sapsarı, dudakları kuru ve çatlamış...

Çok yorgunum ben. Ders çalışıyorum, kafam bir şeylerle meşgul olsun diye. İnsanların çoğuyla selam sabahı kestim, bir kısmıyla hiçbir şey konuşamaz hale geldim - konuşmak istememe rağmen. Konuşursam, duramayacağım çünkü, dağılacağım. İnsanları kırmaktan korkuyorum, tahammülüm yok hiçbir şeye, sert çıkışlarım oluyor, elimde değil.

Garip bir yaratık oldum galiba ben... hömücük* oldum. Şimdi mağarama çekiliyorum yine, yorganımı başımın üzerine çekip her çeşit ışık girişini engelledikten sonra uyumaya çalışacağım tekrardan.

*insandan kaçan, evden çıkmayan falan anlamında kullanırdık biz bunu yazlıkta. bir çeşit anti-social, ya da yer yer hermit karşılığı. ekşisözlükte magandalar için de kullanılır denmiş, ilginç.

free fall.


"When did I lose my freedom? For once, I was free. I had power to choose. The mechanics of cause and effect is statistical probability yet surely sometimes we operate below or beyond that threshold. Free-will cannot be debated but only experienced, like a colour or the taste of potatoes."

"Then why am I writing this down? Why do I not walk round and round the lawn, reorganizing my memories until they make sense, unravelling and knitting up the flexible time stream? I could bring this and that event together, I could make leaps. But thinking round and round the lawn is no longer enough. For one thing it is like the rectangle of canvas, a limited area however ingeniously you paint. The mind cannot hold more than so much; but understanding requires a sweep that takes in the whole of remembered time and then can pause. Perhaps if I write my story as it appears to me, I shall be able to go back and select. Living is like nothing because it is everything - is too subtle and copious for unassisted thought. Painting is like a single attitude, a selected thing."

"It is the unnameable, unfathomable and invisible darkness that sits at the centre of him, always awake, always different from what you believe it to be, always thinking and feeling what you can never know it thinks and feels, that hopes hopelessly to understand and to be understood. Our loneliness is the loneliness of not the cell or the castaway; it is the loneliness of that dark thing that sees as at the atom furnace by reflection, feels by remote control and hears only words phoned to it in a foreign tongue. To communicate is our passion and our despair.
With whom then?
You?
[...]
No. Not with you. Or only with you, in part. For you were not there."

- William Golding (Free Fall

William Golding candır. Yazıp yazıp sildim William Golding şöyledir böyledir diye başlayan cümlelerimi. Candır işte, daha ne diyeyim. Çocukluğumu bitiren adamdır, Sineklerin Tanrısını okuduktan sonra 13 yaşındaki küçük burcuyu hayatının ilk depresyonuna sokmuştur - aynı yaz bir de Sophie'nin Dünyası'nı okumamla bugünüme uzanan serbest düşüşüm de başlamıştı.  Golding'e özenip -gerçi ne haddime ama- şöyle bir anılarımı düşünürsem, hayatımın dönüm noktasıdır 2004 yazı. O yazdan sonra bir daha çocuk hissetmedim ben kendimi. Liseye başlamıştım ama sadece o değildi değişen, birdenbire insanların ne düşündüğü, hareketlerimin sonuçları falan önem kazanmaya başlamıştı. O yazdan sonra ne başkasının evine gizlice daldım, ne ikinci kat balkonlarından düştüm, ne de 3 metrelik düz duvarlara tırmandım ağaçlara tutunarak. Yükseklik korkum bile o zaman başladı. Ama özlüyorum o günleri. Yakalanma korkusunu, inatla bütün kurallara meydan okumayı deli gibi özlüyorum. Ne zaman aynaya baksam normalde çok da belli olmayan yara izimi görüyorum alnımda ilk olarak, for once, I was free, o zamanki özgürlüğümü hatırlatıyor yara izim bana. Bir zamanlar hiçbir şey düşünmeden mutlu olabilmişim. Bazen en büyük özgürlüğün, yüzün gözün kan içindeyken eve gidersen ceza yeme korkusuyla kanlarını çeşmede yıkayıp, yüzüne deniz suyu vurarak yaralarını dağlamak olduğunu düşünmeden edemiyorum. Sonrasında kahküllerinin arkasında gizlemeyi o yarayı haftalarca, ailene bakarken kafanı hep garip bir açıda tutmak, kimse fark etmesin diye evde iyice az vakit geçirip, tam sokak çocuğu olmak.... Dikişlik bir yarayı umursamamak, sonucunda ömür boyu taşıyacağın bir iz bıraksa da, o iz sana yaşadığını hatırlatıyor. Ben yaşadım, çocuk oldum, umursamadım. Üç görünür yara izim var, alnımda, göğsümde ve ayak bileğimde. Sırasıyla düşünce, duygu ve hareketi simgeleyebiliyor olmaları da ironik... Bir gün onların hikayelerini de yazarım buraya, unutmamak için. O zamanlar sadece bir çocuktum. Sonra bir anda dünyam değişti, her şey ciddileşti, hem de fazlasıyla.

Hayatımın getidiği yeni ciddiyetle dün ders çıkışı ineklemeye karar vererek kütüphaneye attım kendimi. Okumalarımı bitirdikten sonra bu nadir görülen olayı kutlamaya karar verip, kendimi ingiliz edebiyatı raflarının arasına atıverdim. Ömrüm boyunca orada kalsam, gecem gündüzüme karışsa, bahtsız bedevi görünümüne kavuşsam şikayetim olmaz heralde. Aradığım kitabı bulduktan sonra şöyle son bir kez etrafıma bakınırken Free Fall gözüme çarptı. Karanlıklara düşen bir adam resmi, kapağında, kitabın adı çizgi roman fontlarını andırır bir fontla yazılmış. Ne olduğunu, kimin olduğunu bilmeden aldım elime, ilk sayfasını açtım, William Golding yazıyor. İlk bölümünü okudum oturacak bir yer bulup... Yukardaki alıntıların hepsi ilk bölümden. Bir oturuşta 80 sayfa kadar okumuşum. Kafamı kaldırdığımda hava kararmıştı, eve dönmem gerekiyordu. Otobüste okudum, metrobüste okudum - ayaktayken hem de-, eve yürürken okudum, yatarken uyudum ve bitirdim kitabı. Ne zamandır hiçbir kitabı bu kadar kısa sürede, dünyadan koparak okuyamamıştım, özlemişim.

Değinmeden geçmek istemediğim bir nokta da, kitabı elime alır almaz kokladım ben kütüphanede. Gören olduysa, deli sanmış olabilir, ama okumayı düşündüğüm her kitabı koklarım ben. Bir de kitap seçmem saatlerimi alır, kütüphaneye bir kitap almaya gidişim, yaklaşık iki saat sonra 3-4 kitapla çıkmamla son bulur hep. Anneme söyledim bunu eve gelince. Dedi, "Atrium'un eski halini hatırlıyor musun?". "Üç katlı halini mi?" diye cevapladım. "Evet. Üst katında..." "Kitapların katı!" "Aslında orada bir dolu şey vardı ama evet." "Eee?" "Sen küçükken ne zaman oraya gitsek, aynı şekilde saatlerce çıkaramazdım seni oradan. O aklıma geldi." "Okumayı hep severdim ki ben." "Benim sana okuduğum ve senin resimlere baktığın zamandan bahsediyoruz burcu, en fazla 3 yaşındaydın, eline koca koca romanlar alıp bakardın, anlam veremezdim." sonra durdu. "Gerçi hala da veremiyorum ama o zaman da kitapları koklardın." dedi. Hayatımın 10 yaş öncesi prehistorik dönemlerinden hatırladığım nerdeyse hiçbir şey yok. Ama o alışveriş merkezinin üst katını çok net hatırlıyorum. Sonra kapatmışlardı orayı, yıllar oldu. Neyse... Sonuçta, seviyorum kitapları, kitap kokusunu, hatta abartalım, kitapları kokladıktan sonra hapşırmayı bile seviyorum. Sayfalara dokunmayı seviyorum, parmaklarımı kelimelere sürmeyi. Bu deli sevginin hayatımda hep var olmuş olma olasılığı beni mutlu etti. Değişmeyen bir şeyler vardır belki, eskimeyen, kaybedilmeyen. İnsanın kendi toplamından bile güçlü olan, inatla dayanan parçaları...

2 Mart 2010 Salı

kafa-duvar.

İnsanlar cinsel kimliğin kişinin ahlak değerleriyle, dini inançlarıyla ve karakteriyle bir alakası olmadığını anladıkları gün... Kahretsin, en azından benim yaşamım süresince olmayacak böyle bir şey biliyorum. Elimden geleni yapıyorum ama bazı günler, çok yakınımdaki kişilerden duymak bazı şeyleri ne kadar güçlü olmaya çalışırsam çalışayım bütün dünyamı, zorla ayakta tuttuğum moralimi ve ruhumu kırıp geçiyor işte. Aslında bu konuda belki de her şeyden fazla söyleyecek sözüm var, ama söyleyecek gücüm? O yok işte, hiç olmadı. Çok sevdiğim bazı insanları bir anda silmek durumunda kalıyorum böyle günlerde... Önyargıları giriyor aramıza, onlara hiçbir zaman uzaklaşmamın nedenini söylemesem de. I am human and I need to be loved.  Bu kadar da basit oysaki. Başka bir şey istemiyorum, başka bir şey olarak da adlandırmıyorum kendimi. Kendi kendimi sınıflandırmayı, etiketlemeyi reddiyorum. Kadın, erkek, genç, yaşlı, zengin, fakir... çok naif bir düşünce belki ama, her şeyden önce insanız be. Keşke bunu kafamıza sokabilsek. Keşke, eninde sonunda pek bir farkımızın olmadığını, günün sonunda çoğumuzun aynı şeyleri istediğini unutmasak, ya da en azından arada bir hatırlasak. Kendi doğru ve yanlışlarımızı birbirimize dayatmasak... Of. İyice sevgi dolun, elele tutuşun tadında yazdığımın farkındayım bugün, ama canım çok yandı be blog, o kadar yakınımdı ki söz konusu kişi, fiziksel olarak hissedebildim acıyı bu sefer. Ağlamak istiyorum ama neye ağlayacağımı bilmiyorum, o kadar çok şey var ki... Tek bildiğim, ben bunu hak edecek bir şey yapmadım. Ama galiba hayat da hak edip etmediğine bakmıyor insanın başkalarından gördüğü davranışları. Artık hissedemeyene kadar acıyorsun, sonra zaten bir daha hissetmek de istemiyorsun. Sonra biri geliyor, bütün duygular geri geliyor son hızla, neye uğradığını şaşırıyorsun. Sonra... sonra şanslıysan yine hissetmemeyi, uyuşmayı başarırsın heralde. En azından umudum bu. En başta dediğim gün gelene kadar en azından, başka yolu yok.

Kırıl, gözlerini kapa, derin bir nefes al, içinde ağla bağır çağır, sonra gülümse ve devam et - gülümsemenden nefret edene kadar gülümse, her güldüğünde için sızlasın. Hayat bazen sadece bundan ibaret, ne yazık ki. Self-destruct until noone can hurt you, because if you don't, they'll do it anyway.