31 Ocak 2010 Pazar

Dön dolaş...

Ne aradığımı ben bile bilmiyorum artık. Elimdeki ufak tefek mutluluk parçalarını itinayla anti-tezler üretip yıkıyorum birer birer. Bazen gerçekten merak ediyorum nedir benim derdim? Beni tanıyan herhangi biri olsam beni tuttuğum gibi bir köşeye çeker, senin derdin nedir yahu, neden böylesin?, derdim. Neden bir günün diğerini tutmuyor, neden tatmin olmuyorsun hiçbir şeyden? Neden sonsuz bir arayışta kaybediyorsun kendini? Neden konuşmuyorsun bizlerle gerçekten önemli olan şeyler hakkında, neden güvenmiyorsun kimseye? Ama ben onlar değilim. Ben sadece kendi içine hapsolmuş bir benim. Bu soruların cevapları ne yazık ki kendine sordukça daha da bulunmaz oluyor, daha da mutsuzluğa sürüklüyor insanı. Sonunda dön babam dön, depresyondan depresyona koşup duruyorum işte. Neyse... Mutlu olabileceğim şeyler hala varken, mutlu olmayı öğrenmeliyim. Yoksa başka ne var ki tutunabileceğim elimde?..

30 Ocak 2010 Cumartesi

Rüya Gibi...

Rüyalar ne garip şeyler... Ben çok rüya görürüm, birbirinden uzun, birbirinden deli rüyalar. Fiziksel olarak tükenmenin eşiğine gelmediğim sürece de kesilmezler. Gece uykumda konuşurum sık sık, hatta annemin dediğine göre cevap bile verirmişim sorulan sorulara böyle zamanlarda, tehlikeli bi durum tabi. Neyse konumuz bu değil bu gece. Dün gece bir rüya gördüm. Normal, sıradan bir rüya. Çok daha korkunçlarını, çok daha eğlencelilerini görmüşlüğüm vardır, konu açısından da gayet sıradan basit bir rüyaydı açıkçası. Liseye geri dönmüşüm rüyamda, ama lise şu anda alışveriş merkezi olduğunu bildiğim bir binaya taşınmış, tam dokuz katlı dev gibi bişi. Tam kapısının önünden geçerken dört adet lise hocasıyla karşılaşıyorum, gariptir, birini ne kadar uğraştıysam hatırlayamadım. İkisi edebiyat hocaları, özellikle sevdiğim hocalar da değiller. Hatta biri artık hoca bile değilmiş rüyamda, şirketin birine geçmiş. O zaman okulda ne işin var demek, aklıma gelmedi...
Ve en sona bıraktığım diğer hoca, adaşım Burcu hoca, hayatımda şimdiye kadar en büyük izi bırakmış olan insan... Daha onu görür görmez, rüyanın başında anladım rüya gördüğümü. Ama uyanmadım. Uyanmak istemiyorum diye düşündüğümü gayet net hatırlıyorum hatta. Uyanmadım. Sımsıkı sarıldım hocama, sonra koluna girdim, okula girdik grupça. Sekiz kat merdiveni beraber çıktık, konuşa konuşa. Deli gibi yorulmama rağmen inatla konuştum, dinledim, tırmanmaya devam ettim bir yandan da. Hayal olduğunu bile bile hasret giderdim.
Sonra bir anda uyandım. Gözlerimi açtığım andan beri içimde tuhaf bir boşluk hissi. 
Hayatımdan çıkıp giden insanları sevmek istemiyorum ben artık. Elimden gelse, hepsini unuturdum bir kerede. Değer verdiğim insanlar beni bırakıp gitmemeliler, her ne kadar gitmelerinin benimle hiçbir alakası olmasa bile. Kendimi hiç bu son zamanlardaki kadar yalnız hissetmemiştim ben, bugün, daha da yalnız hissediyorum. Rüyamda yalnız değildim. Kendimi tekrar ondört yaşındaymış gibi hissetmiştim bir süreliğine, o hayale geri dönmek istiyorum. Güvenebileceğim, konuşabileceğim, bana yol gösterecek, akıl verecek birinin eksikliğini öyle bir acıyla yaşıyorum ki... Biliyorum, yaşam benim etrafımda dönmüyor. İnsanlar kendi hayatlarını yaşıyor, kendi kararlarını veriyorlar. Ama yine de gidenler, her zaman benim canımı yakıyor. Her zaman. Ve bu gece ben uyumaktan korkuyorum. Bir gece olsun dinlenmek, sabah yorgun uyanmamak istiyorum...

28 Ocak 2010 Perşembe

Yorgun

Kimse o büyük planlarını gerçekleştiremiyor, sona saklanan hiçbir eser ömre yetişmiyor ne yazık ki... Ben de diyorum ki, artık kandırmayalım kendimizi, ne dersin? Hayat yalnızca göz yummamız gereken bir hata, mızmızlık yapmaya gerek yok boş yere. Zaman hiçbir zaman yetmeyecek nasıl olsa bizlere. Günler nasıl olduğunu anlamadan geçip gidecek. Ortada kalıvereceğiz bir zaman sonra. Yapacak hiçbir şey yok, görecek, ya da duyacak. Her şey sonunda aynı, her şey aynı maddeden, aynı tözsüz boşluktan. En büyük hatamız bütün doğrularımızı götürdüğü sürece, biz kendimizi kandırsak ne olur, bana bunu haklı çıkarabilir misin? Çıkaramazsın, bunu sen de biliyorsun. Uğraşma onun için artık, bırak biraz rahat edeyim. Bırak bir gece de gözüme uyku girsin, kahretsin, bırak da umursamamayı başarabileyim bu umursamaz durumumu! Yeter. Yazdıklarım benden önde gidiyor artık, beynim düşünceleri reddediyor, sadece hissediyor. Hani kalp hissederdi sadece ve beyin düşünürdü? Beynim de hissetmesin artık ne olur... Çok yoruldum ben... hem de çok. Planlarımı yırtıp attım, geleceğe de inanmıyorum, sonsuz bir şu an'a mahkûmum.

26 Ocak 2010 Salı

Geçen Günlerin Ardından*

Hani bazen olur ya kelimeler karışır kafanızda, bir şey söylemek istersiniz de sadece anlamsız sesler yumağı çıkar ortaya işte onları çok sık yaşarım ben, zekadan olsa gerek. (...) Çok ve boş konuşan birine "Ses kesini!" diye bağırırsın ya da bir kez bir kitapta da şahit olduğum ve çevirmene yakınlık hissettiğim "Gaz basa!" gibi anlamsız nidalarda bulunursun. Massachusetts'i okuyamaz Masasasasa... diye takılırsın, Pennysilvania, oluverir penisilinvanya... Derste hocaya "Anne!" ya da "Baba!" diye seslenirsin, bir tartışmada herkes konuşurken aklına parlak bir fikir gelir, diğerlerinin sözlerini bitirmelerini beklerken kendini tebrik etmeye başlarsın içten içe ve sonuç ağzını açtığında en başta ne düşündüğüne dair hiçbir şey hatırlamaz, birkaç beylik cümleyle toparlamaya çalışırsın durumu ya da konuyla ilgili bir espiri yaparsın ve senden başka kimse o espirinin konuyla ilgili olduğunu düşünmez...

Bunların çoğunu bizzat yaşadım ben, ve çoğunu da okulda yaşadım... Yeşilköy Anadolu Lisesi, okulum... Girdiğim günden bugüne hem bir an önce bitsin diye sabırsızlandığım hem de sona yaklaşınca tuhaf bir üzüntüye kapıldığım, eğitimi ve gereksiz disiplininden çok bunlara karşı kurduğum arkadaşlıkları hatırlayacağım yer.. Özellikle Lise 1'de çekilen kopyalar unutulur mu hiç, koskoca bir sene hazırlıktan sonra bünyeye matematik, fizik, kimya, biyoloji biraz fazla geldiğinden olsa gerek her derste kopya çeker olmuştum konuyu bilsem bile, kaç kez yakalanmanın eşiğine geldim, kaç kez hocalar tarafımdan yerim değiştirildi ben bile bilmiyorum, ama öğretmen masasına oturtulduğumda bile kopya çekmeye devam etmiştim onu biliyorum... Sonra ders kaynatma denemeleri, sınav öncesi hocaya gazete verme, gitgide gelişen kopya teknikleri -en temizi yanındakiyle fısıldaşarak yapmaktır aslında kanıt bırakmaz-, sözlü notu koparma çalışmaları...

Bu okulda bulunduğum 4 yıl boyunca dersime o kadar çok öğretmen girdi ki.. Bazılarını hiç ama hiç unutmayacağım, bundan adım gibi eminim, bazıları hayatı burnumdan getirirken, bazıları benim için sadece bir öğretmenden çok öte oldular. Dört senede 2 resimci, 7 ingilizceci, 5 edebiyatçı, 4 almancacı, 3 matematikçi, 2 tarihçi, 2 de din kültürü hocası girdi dersime, okula göre yüksek bir ortalama olsa da hepsinin dersi bir ayrıydı ve aslında eğlenceliydi de... Bazı derslerden nefret ederken başta çok sevdiğim hocalar sayesinde ısındım ki, ben olsam asla bana o şansı vermezdim, daha ilk dersten ben bu dersi hiç sevmiyorum diyecek kadar gözü kara olan bana...

Okulda katılmadığım etkinlik o kadar az oldu ki, dersime girmeyen ve artık girmesi de mümkün olmayan hocalarla çok iyi ilişkilerim oldu, istisnalar kaideyi bozmuyorsa tabi ki... Çenemi tutmayı öğrendim biraz, kime neyi nasıl söyleyeceğimi, belli şeylere nasıl ulaşabileceğimi... Hocaların da insan olduğunu, hata yapabildiklerini ve bunu kabul etmekten pek de hoşlanmadıklarını gördüm.

Her şeye rağmen, çok ama çok güzel bir lise hayatı geçirdim, tüm arkadaşlarıma, tüm öğretmenlerime teşekkür ederim ama en çok o en sevdiklerime... Siz kendinizi biliyorsunuz...


*Lise biteli 2 yıl oluyor şimdi, bu girdiyi nedense kaydedip, o zaman yayınlamamayı tercih etmişim. Ya işte o zamanlar bu blogu okuyanlar da varmış bir de... İlginç.

In Un'altra Vita...*

Elimden gelse, dünyanın en güzel bestesini yapar armağan ederdim ona, ya da dünyanın en anlamlı filmini çeker ona adardım. Belki bir kitap yazardım, başkarakterim o olurdu, ya da şiir yazardım, her metaforun altından o çıkıverirdi. Bir resim yapardım, en az onun kadar güzel olurdu. Bunların hiçbiri gelmiyor oysaki elimden. Yeteneksiz değilim, ama yaratacağım hiçbir şey ona yaraşamaz gibi geliyor. Ne söylesem boş, anlamsız kalacak gibi onun anlamlı sessizliğine karşı.

Elimden bir şey gelmiyor işte, susuyorum. Fark etmiştir belki, hoşçakal diyemiyorum ona konuşmalarımızın sonunda. Sessiz sedasız ayrılıyorum öyle. Hoşçakal dersem, ve bir daha dönmezse bu biraz da benim suçum olur mu acaba? Yoksa sadece elveda mı uyar bir daha görüşemeyecek insanlara? Böyle şeylere takılıyorum işte. Daha çnce hiç görmediğim şeyleri görüyorum dünyada, hiç duymadığım sesleri duyuyorum. Bana bunları sadece hayatımda var olarak yaşatan bir insana ne verebilirim ki ben?

Sadece sevgimi belki... Ne değeri var, bilinmez onun gözünde. Ama o kadar büyük ve o kadar benim ki o sevgi, belki korkar kaçar, ya da o da sever. Ama bilmiyor, ve bilmeyecek. Korkum, arzumdan daha kuvvetli olduğu sürece kimse bilmeyecek. Kendi içimde yanıp söneceğim ben. Sonra zaten bir bakacağız, bitmiş her şey. Herkes yoluna gitmiş, bu da bir diğer "keşke" olarak kalmış kalbimde.

*bir başka hayatta....

20 Ocak 2010 Çarşamba

Baştan alalım.

Hold your breath and count to ten,
And fall apart and start again,
Hold your breath and count to ten,
Start again, start again...
Hold your breath and count your step,
And fall apart and start again,
Start again...

***

Hayatımı böyle yaşıyorum haftalardır. Üzerime üzerime geliyor her şey, herkesin bana bir zoru varmış gibi hissederken gözlerimi kapıyorum, her şey, herkes duruyor. Derin bir nefes alıp, hayata küfredip devam ediyorum sonra. Kalabalıklara hiç gelemez oldum, zaten sevmezdim, artık iyice kötü oluyorum çok insanın arasında kalınca. Kafayı yere eğip, müziğin sesini açıp adımlarımı takip ediyorum.

Bir çeşit depresyon falan olmalı yaşadıklarım, biliyorum. Yalnızım, hem de çok, ama insan içine karışacak gücü de bulamıyorum kendimde. O kadar yorgunum ki... Kalp kırılmasını fiziksel olarak hissediyorum neredeyse her gün. İlk kez anladım neden aşkın sevginin simgesi kalpmiş. Olsun varsın, bazı şeyler de gizli saklı kalsın bende. Böylesi hem daha kolay hem daha zor. Kolaya odaklan beynim, kapa gözlerimi, sayalım ondan geriye. Nasılsa tatil artık, dinlenelim biraz. Yorgunluk ve stresten hep bunlar, biliyoruz ikimiz de. Sinirlerimiz bozuk sadece.

***

And fall apart and start again,
Start again...

12 Ocak 2010 Salı

Ama ben, ben sahiden, ben her neysem işte...

Durduk yere Vega şarkısı dolandı dilime tam da The Smiths dinlerken deli gibi son üç-dört gündür. Gerçi final döneminde kendini The Smiths'e vurmanın sağlıklı hiçbir yanı yok, onu da biliyorum ama haleti ruhiyeme şu anda en çok Morrissey abimizin sesi tercüman olmakta, yapabileceğim bişi yok.

İçimde aptal bir umut yok da değil aslında. Aptal bir umut, çünkü ne zaman hayat beklentilere uymuş ki şimdi benim için uysun? Nankörlük ediyor da olabilirim, 2009'u güzel haberlerle kapatıp, deli gibi aşık olarak girmiştim yeni yıla. En kötüsü de o biliyor musun? I started something and I'm not so sure anymore. İşte öyle bişi... Şu anda yazmam gereken en az 5 sayfa yazı var Perşembe sabahı teslim edeceğim, ama yarına bırakmak geliyor içimden, son gün telaşı olmadan yazamıyorum resmen. İlginç.

Bu dönem nasıl geldi nasıl geçti anlamasam da, feci geçti. Valla bak, zorlanmaktan snirlerim gevşedi artık, günler geceler birbirine karıştı. Geceleri kabuslar görmeye başladım yine, ne zamandır rahattım oysaki ne güzel. Çığlık atarak uyandım geçen sabah. Saatlerce uyuyamadım sonra da. Korkuyorum, günün her saati, deliriyorum galiba, bilmiyorum. Yalnızım ya, çok yalnızım. hep böyle kalmaktan korkuyorum. Ait olduğum bir yer bulamamaktan korkuyorum, hep böyle kafası karışık ve mutsuz kalmaktan korkuyorum. En çok da korkunun kendisinden korkuyorum çünkü en büyük zayıflık korku, elini kolunu bağlıyor insanın.

Sonra uyuyorum, uyanıyorum. Günler geçiveriyor. Ne yaşamışım? hiç.

2 Ocak 2010 Cumartesi

Gece...

Hiç gündüz olmasa, ben hep kendi başıma, odamda olsam, kimse olmasa etrafımda, kimseye rol yapmak zorunda kalmasam... Kendim olsam, yalnız olsam, sıkıcı olsam, sıkılgan olsam, ya da sadece olsam. Çünkü bana en çok olamamak koyuyor insanlar arasında. İnsanların beni yargılama ihtimali korkutuyor, hırpalıyor beni. İstemeden canımı yakıyor insanlar, kırılmaya o kadar hazır olduğum için. Hep gece olsun istiyorum, daha kendimi çözemeden başkalarına görünmek istemiyorum. İstediklerim de bunu bilsin istemiyorum.

Kafam çok karışık...Yorgunum, ondandır dedim, uyudum uyandım, ödev yaptım, gezdim güldüm, yemek yedim, oturdum kalktım, biraz daha güldüm ve o kadar çok güldüm ki gözümden yaş geldi, ağlamadım, sıktım dişimi, gülümsedim, insanları mutlu etmek için uğraştım, eğlenceli olmalıydı hayat çünkü, çünkü bir sebep olmalıydı tüm bu hissettiklerim için, bir amacım olmalıydı, bulamadım, uydurdum, çabaladım, mutsuz oldum. Uyudum, uyandım, hiçbir şey değişmedi. Her gün biraz daha yoruluyorum. Saçma sapan bir insana bağırarak düşündüklerimi söylemek, birdenbire ağlamaya başlamak ve sonra sinirlerim bozulmuş aslında öyle demek istememiştim demek istiyorum.

Zor. Çok zor. Uyuyup uyanmak gerek şimdi.