14 Mart 2012 Çarşamba

salla(n)ma.

Yalnızlık bir gençlik hastalığı mı diye de merak eder olmuştum. Kiminle konuşsam yalnızdı. Kalabalıklar içerisinde yalnızım, diyorlardı, diyorduk, insanlar arasında da olamıyorum, evde tek başıma da. Her şarkı, her kitap, her film ne kadar yalnız olduğumuzu hissetiriyordu bize, her seferinde leş gibi bir yalnızlık sindi üzerimize diyerek, oflar çekerek arabeskin kollarına bırakıyorduk kendimizi. Belki de büyümemiz gerekiyordu, büyümek de değişimi gerektiriyordu, değişmek ise korkutucuydu. Arabesk tanıdıktı bizim için, arabesk tüm hayatlarda bir şekilde vardı, herkesin evindeydi. Kendimizi arabeske emanet ettiğimizde gözümüz arkada kalmıyordu.

Gerçi bahsettiğimiz bu zamanlar eski zaman romanlarında yer almış olsa distopik bir dünya der geçerdik, belki de yazarın hayal gücünü yere göğe sığdıramazdık. Çağımızın dehası derdik değil mi? Eh abartmayı ne kadar da sevdiğimizi size anlatmam gerekmiyordur herhalde.

“Ama hayatın çok zor olacak”, demişti annem bana ona ilk açıldığımda mesela. Hayatım çok zor olacaktı. Oldu da, olmadı değil. Annelerin dediği çıkarmış ya hani. Gerçi bir yandan da görünen köy kılavuz istemez derler, hani açıldıktan sonra ne kadar kolay olabilir ki hayatın, açık değilken bile bir türlü yaşayamazken. Sürekli bir olamayış. Ne var ne yok sorusuna sürekli hiçbir halt olduğu yok cevabını vermemin de nedeni belki de buydu. Olamıyordum. Ben olamayınca hiçbir şey de olmuyordu işte. Ama yine de abartıydı. Ortalama bir hayattan o kadar da zor değildi hayatım.

“N’aber?” diye sormuştum başka bir kadına, aramızın nasıl olduğundan pek de emin olmadan.
“İyi işte. Senden?” başka ne cevap verebilirdi ki zaten?
“Fena değil.”
“Derse mi?”
“Evet. Sen?”
“Ben de yeni çıktım.”
“Ne güzel.”

Biz böyle kısır muhabbetler edecek insanlar mıydık? Gerçi birbirimizi ne kadar tanıyorduk ki? Bir yandan da hayatımda en fazla yakınlaştığım insanlardan biriydi. Fiziksel olarak. Tanışıklığın yerini tutamıyordu değil mi? Aynı olmuyordu. Bir arkadaşlık daha başlamadan mahvedilebiliyordu.

“Özledim be.”
“Ben de.”

Beni istemeyeni ne özleyecektim aslında. Hiç ama.

“Bir şeyler yapsak ya.”
“Yaparız.”

Aha. O cevap var ya, hayır denilse daha dürüst olurdu en azından.

“Ben artık gideyim. Ders başlayacak.”
“Pekala.”

Her şeye de eyvallah derdim zaten. Yine dedim. Biraz daha dişli olabileydim. Olamadım. Kalktım ben de, sınıfa gittim. Derslerden Almanca, günlerden bir başka “ders iptal olmadı mı, neden olmuyor ki” günü. Ben ne kadar eşcinsel ve kadınsam hoca da o kadar homofobik ve anti-feminist.

“Ben korkardım feministlerden” demişti hoca, atkısını boynuna atarak, “bir keresinde vapurda yer vermiştim de bana kızmıştı bir tanesi. Neden sen otururken kalkıp bana yer veriyorsun ki, diye sormuştu. Ne farkımız var ki, demişti, olur mu öyle şey çocuklar, fark elbette ki vardır. İşin tadı o farklarda. Kadın dediğin, incedir, zariftir, erkek ona yardımcı olur, kadına saygısından ama onu küçük gördüğünden değil.”

Derin nefes al, ellerini sımsıkı yumruk yap, başka şeyler düşün, sesini çıkarma. Kaç yaşında adam, sen karşı çıksan bile fikri değişmeyecek. Şu anda sınıfta azınlıktasın. Mantıklı ol, mantıklı ol, mant…

“Bu adamın bir de sözü vardır, erkek odaya girene kadar kadın yoktur der. Kadının karakterini erkek belirler yani.”
“Hocam ama başka bir türlü bakarsak duruma, erkek odaya girene kadar o odada cinsiyet söz konusu değildir, kadınlar bir odada otururken biz kadınız gibi bir ibareye gerek duymuyorlardır. Erkek girince oda cinsiyetlenir.”

Gerizekalı. Aldın mı başına belayı. Cinsiyetlenen odalar. Hoca bir başka monologa başlarken, oturup “cinsiyetlenen odalar” diye bir şeyler yazsam mı acaba diye düşünmüştüm, arada bir hocaya bakıp gülümseyip başımı sallayarak. Uzatmaya gerek yok. Bazı durumlarda kazanmanın yolu yok işte. Bazen bırakmak lazım.

Sallama.

Konuşmayanları sallama. İleri geri konuşanları sallama. Dedikoduları sallama.
Bir kere de dinlesem ya kendi sözlerimi.

Hiç yorum yok: